326 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 326
Membre(s) : 0
Total :326

Administration


  Derniers Visiteurs

administrateu. : 16h41:34
murat_erpuyan : 16h43:58
SelimIII : 1 jour, 06h08:30
Salih_Bozok : 3 jours
cengiz-han : 3 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - Can Baydarol'dan mektuplar...
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

Can Baydarol'dan mektuplar...
Aller à la page 1, 2, 3, 4  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 21 Jan 2023 0:47    Sujet du message: Can Baydarol'dan mektuplar... Répondre en citant

Can Baydarol, 1958 yılında İstanbul'da doğdu, 1978 yılında Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu. Boğaziçi Üniversitesi Temel Bilimler Fakültesi'nden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Fransa'da Siyaset Bilimi üzerine eğitim aldı.

İktisadi Kalkınma Vakfı'nda araştırma uzmanı, Piar Gallup'da Avrupa Araştırmaları Başkanı olarak çalıştı. Finansal Forum gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. İstanbul Bilgi, Galatasaray, Marmara, İstanbul Ticaret ve Kültür Üniversiteleri'nde, Türkiye-AB İlişkileri, Gümrük Birliği, Avrupa Hukuku'nun temelleri, Avrupa politikaları, aday ülkeler için topluluk müktesebatına uyum, Avrupa bütünleşme süreci ve güncel sorunlar konularında dersler verdi.

AB konusunda yayınlanmış on kitabı, çeşitli araştırma ve raporları bulunan Can Baydarol, Türkiye-AB ilişkileri, AB politikaları ile ilgili çok sayıda konferans, panel, eğitim semineri, TV ve radyo programına katıldı. Can Baydarol İngilizce ve Fransızca konuşuyor.







Dernière édition par administrateur le 26 Jan 2023 13:58; édité 2 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 21 Jan 2023 0:50    Sujet du message: Répondre en citant

Yeni yıl

Can Baydarol

Her yeni yıla girerken temennim, “umarım gelen yıl geçen yılı aratmaz” şeklinde olur ve ne yazık ki gelen yel hep geçen yılı aratır oldu. 2021’i hatırlayalım. Hepimiz Covid 19 yüzünden evlerimizde hapis kalmış, sağlık sorunları dünyanın olduğu gibi ülkemizin de bir numaralı sorunu olmuştu. Sorun bitti mi? Bilemiyoruz. Çin’den gelen haberler iç açıcı değil. Bize yansıması ne olur? Sağlık Bakanlığı bizi haberdar eder mi? Fikrimiz yok! Ama çevremizde artan grip vakaları ölümcül olmasa da yaygın bir hastalık olduğunu düşünmemize yol açıyor.

2022’de ise bu yüzyıl içinde olmaması gerektiğini düşündüğümüz farklı felaket senaryoları ile karşı karşıya geldik. Öncelikle takvim 24 Şubat 2022’yi gösterdiğinde Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan kimine göre birkaç gün süreceği iddia edilen ama hala devam eden ve ne zaman biteceğini kimsenin tahmin edemediği süreç, bütün dünyayı olduğu gibi ülkemizi de belirsizliklere itti.

Savaşla birlikte ABD önderliğindeki Batı dünyasının Rusya’ya karşı uyguladığı ambargolar Rusya’yı olumsuz etkilemiş olsa da özellikle artan enerji maliyetlerine bağlı olarak bumerang etkisiyle Batı dünyasını da vurdu. Özellikle Avrupa Birliği ülkeleri içine girdiğimiz kış koşulları nedeniyle daha fazla zora girerken, yılların ardından yüksek enflasyon gerçeği ile tanıştılar. Bize gelince, gençlik yıllarımızda zaten tanışık olduğumuz hiper enflasyon tekrar hortlamış oldu. Özellikle ekonomi yönetimimizin Ortodoks para politikalarından vaz geçerek maceracı ve sonu kestirilemez bir para politikasını tercih etmesi, hepimizin ciddi şekilde fakirleşmesine yol açtı.
Bütün olumsuz koşullar AB ülkelerinde aşırı sağ popülist liderlerin ön plana çıkmasının da zeminini hazırladı. Fransa’da Le Pen’in oyları fazlası ile artarken, İtalya’da Meloni Mussolini’nin faşist söylemlerini hatırlatan propaganda süreci sonunda başbakanlığı eline geçirdi. Yılın belki de en traji- komik darbe girişimi Almanya’dan geldi. AB’den büyük beklentilerle ayrılan İngiltere’ye ise başbakanlık koltuğunun sürekli el değiştirdiği ve sonunda Hint asıllı Sunak’ın koltuğa oturması ile sonuçlanan süreç izlendi. Tabi İngiltere denince Kraliçe’nin vefatına ve yerine Kral Charles’ın tahta oturmasına da ayrı bir parantez açmak gerekir. Çok genel hatlarıyla bütün AB ülkeleri savaşla birlikte istikrarsızlık süreci ile tanışmış oldu.

Yine Rusya Ukrayna savaşının sonucunda Avrupa’nın bütünü yılların ardından güvenlik endişesi ile karşı karşıya geldi. Rusya’ya karşı Ukrayna’ya verilen destek, son olarak Zelensky’nin ABD ziyareti ve hava savunmasının güçlendirilmesi için bu ülkeye Patriot sisteminin verilecek olması karşısında Putin’in nükleer tehdidini yeniden dile getirmesi, AB ülkelerinin savunma bütçelerini yeniden gözden geçirmesine neden olabilir. 2022’de Almanya’nın açıkladığı 100 milyar Euro’luk savunma bütçesi daha da artabilir. Bu durum refah toplumundan vaz geçip, güvenlik toplumuna gidildiği endişesinin daha fazla dillendirilmesi anlamına geldiği ölçüde siyasi ortamdaki belirsizlikleri ve aşırı sağa daha fazla eğilim gösterilmesine de zemin hazırlayabilir.

Bize gelince, Rusya Ukrayna savaşının Türkiye’nin önemini fazlası ile artırdığı, buna karşın artan önemin bir türlü rahat nefes almamıza imkan tanımadığı bir yıl yaşadık. Avrupa ülkelerinin alternatif ve istikrarlı enerji koridoru aradığı ve Türkiye’nin merkezde yer aldığı söylemi hala gündemde. Rusya’nın Türkiye’yi yeni doğalgaz deposu yapma niyeti ile çok sevindik, ancak Rus doğalgazına ambargo uygulanırken bu doğalgazın kime ve nasıl satılabileceği sorusuna yanıt bulamadık. Azeri doğalgazının yanı sıra Türkmen doğalgazının da Hazar denizinin altından geçecek boru hattı ile Avrupa’ya ulaştırılabileceği müjdesi ile sevindik, ancak Hazar’daki kıta sahanlığı meselesine fazla kafa yormadık. Karadeniz’deki milyarlarca metreküp doğalgazın bulunduğunun bildirilmesine seçim arifesindeki müjdeli haberlere alışkın olduğumuzdan kuşkuyla yaklaştık, vs...

Yine savaşa bağlı olarak Türkiye’nin tedarik zincirleri üstündeki rolünün arttığına da tanıklık ettik. Avrupa ile Çin’e kadar uzanan yolda Kuzey hattının gerek kara yolu, gerekse demiryolu taşımacılığı için kapanmış olması bütün taşımacılığın Türkiye üstünden yapılması sonucunu doğurduğu oranda AB ile taşımacılık sorunlarımızın devam etmesini hayretle karşıladığımız bir yılı geride bıraktık.

Tahıl koridorunun Türkiye sayesinde açılması dünyanın yeni bir gıda krizinden nispeten yara almadan kurtulmasına imkan tanıdı.
Türkiye’nin yeni Avrupa güvenlik mimarisinde nasıl bir rol oynayabileceği ne yazık ki çok fazla tartışılmadı.

Kısaca belirtmek gerekirse “coğrafyanın kader olduğu” söylemini sürekli hatırladığımız bir yılı geride bıraktık.

Bu kadere bağlı olarak giderek yaşadığımız Putin ile sıkı fıkı hale gelen ilişkilerimizin yarattığı endişeleri zaman zaman dile getirmek zorunda kaldık. Bu ilişkinin başımıza açabileceği sorunlara gözümüzü çoğunlukla kapadık. ABD’nin Yunanistan’a bu denli verdiği desteğin gerekçesini yeterince tartışmadık. Güney doğu sınırlarımızda PKK’ya karşı mücadelemizde kah Rusya’nın, kah ABD’nin vekilleri ile savaştığımız gerçeğini de hafızalarımıza kazıdık. Yılı bitirirken konuşmayı reddettiğimiz, görmeye dahi tahammül etmediğimiz bazı ülke liderleriyle aramızı düzeltme yolunda adımlar atığımıza da tanıklık ettik.

Yine coğrafyamızın sınırlarında olan İran’da yaşanan olaylar bize fanatizmin ülke yönetimini ele geçirmesi halinde olabilecekleri bütün çıplaklığı ile gösterdi. Kadının giyimi ile ilgili zorlamaların nasıl bir zorbalığa dönüştüğünü ve buna başkaldırının ne tür devlet zorbalığına yol açtığını çaresizce izledik.
Çok kısaca özetlemeye çalıştığımız bu verilerin ışığında 2023’ün 2022’yi aratmayacağını söylemek mümkün mü?

Yine de iyimserliğimi muhafaza etmek istiyorum.

2023 bizler için öncelikle Cumhuriyetimizin 100üncü yılı. Cumhuriyetimizin önemini ve içinden geçtiğimiz bunca kaotik koşullarda bizlere katkısını sürekli anımsayacağımız atalarımızdan bize bir armağan.

2023 bizler için bir seçim yılı. Erken mi olur, geç mi olur bilemiyoruz. Türkiye çok önemli bir kader seçimine doğru hızla yol alacak. İç politika tartışmaları giderek dozunu yükseltiyor ve yükseltmeye devam edecek. Hukuk sisteminin giderek güven vermeyen görüntüsü ne yazık ki daha uzun süre tartışmaların odağında yer alacak. Mevcut görünümü ile ekonomik sorunlar kısa ve orta vadede çözülemeyecek, vs…

Ama bütün bu olası olumsuz beklentilere rağmen, bilimin ve aklın hakim olacağı ümidi ile enseyi karartmayalım.

2023’ün 2022’yi aratmayacağı bir yıl olması dileklerimle…
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 21 Jan 2023 0:51    Sujet du message: Répondre en citant

Yeni yıl

Can Baydarol

Her yeni yıla girerken temennim, “umarım gelen yıl geçen yılı aratmaz” şeklinde olur ve ne yazık ki gelen yel hep geçen yılı aratır oldu. 2021’i hatırlayalım. Hepimiz Covid 19 yüzünden evlerimizde hapis kalmış, sağlık sorunları dünyanın olduğu gibi ülkemizin de bir numaralı sorunu olmuştu. Sorun bitti mi? Bilemiyoruz. Çin’den gelen haberler iç açıcı değil. Bize yansıması ne olur? Sağlık Bakanlığı bizi haberdar eder mi? Fikrimiz yok! Ama çevremizde artan grip vakaları ölümcül olmasa da yaygın bir hastalık olduğunu düşünmemize yol açıyor.

2022’de ise bu yüzyıl içinde olmaması gerektiğini düşündüğümüz farklı felaket senaryoları ile karşı karşıya geldik. Öncelikle takvim 24 Şubat 2022’yi gösterdiğinde Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan kimine göre birkaç gün süreceği iddia edilen ama hala devam eden ve ne zaman biteceğini kimsenin tahmin edemediği süreç, bütün dünyayı olduğu gibi ülkemizi de belirsizliklere itti.

Savaşla birlikte ABD önderliğindeki Batı dünyasının Rusya’ya karşı uyguladığı ambargolar Rusya’yı olumsuz etkilemiş olsa da özellikle artan enerji maliyetlerine bağlı olarak bumerang etkisiyle Batı dünyasını da vurdu. Özellikle Avrupa Birliği ülkeleri içine girdiğimiz kış koşulları nedeniyle daha fazla zora girerken, yılların ardından yüksek enflasyon gerçeği ile tanıştılar. Bize gelince, gençlik yıllarımızda zaten tanışık olduğumuz hiper enflasyon tekrar hortlamış oldu. Özellikle ekonomi yönetimimizin Ortodoks para politikalarından vaz geçerek maceracı ve sonu kestirilemez bir para politikasını tercih etmesi, hepimizin ciddi şekilde fakirleşmesine yol açtı.
Bütün olumsuz koşullar AB ülkelerinde aşırı sağ popülist liderlerin ön plana çıkmasının da zeminini hazırladı. Fransa’da Le Pen’in oyları fazlası ile artarken, İtalya’da Meloni Mussolini’nin faşist söylemlerini hatırlatan propaganda süreci sonunda başbakanlığı eline geçirdi. Yılın belki de en traji- komik darbe girişimi Almanya’dan geldi. AB’den büyük beklentilerle ayrılan İngiltere’ye ise başbakanlık koltuğunun sürekli el değiştirdiği ve sonunda Hint asıllı Sunak’ın koltuğa oturması ile sonuçlanan süreç izlendi. Tabi İngiltere denince Kraliçe’nin vefatına ve yerine Kral Charles’ın tahta oturmasına da ayrı bir parantez açmak gerekir. Çok genel hatlarıyla bütün AB ülkeleri savaşla birlikte istikrarsızlık süreci ile tanışmış oldu.

Yine Rusya Ukrayna savaşının sonucunda Avrupa’nın bütünü yılların ardından güvenlik endişesi ile karşı karşıya geldi. Rusya’ya karşı Ukrayna’ya verilen destek, son olarak Zelensky’nin ABD ziyareti ve hava savunmasının güçlendirilmesi için bu ülkeye Patriot sisteminin verilecek olması karşısında Putin’in nükleer tehdidini yeniden dile getirmesi, AB ülkelerinin savunma bütçelerini yeniden gözden geçirmesine neden olabilir. 2022’de Almanya’nın açıkladığı 100 milyar Euro’luk savunma bütçesi daha da artabilir. Bu durum refah toplumundan vaz geçip, güvenlik toplumuna gidildiği endişesinin daha fazla dillendirilmesi anlamına geldiği ölçüde siyasi ortamdaki belirsizlikleri ve aşırı sağa daha fazla eğilim gösterilmesine de zemin hazırlayabilir.

Bize gelince, Rusya Ukrayna savaşının Türkiye’nin önemini fazlası ile artırdığı, buna karşın artan önemin bir türlü rahat nefes almamıza imkan tanımadığı bir yıl yaşadık. Avrupa ülkelerinin alternatif ve istikrarlı enerji koridoru aradığı ve Türkiye’nin merkezde yer aldığı söylemi hala gündemde. Rusya’nın Türkiye’yi yeni doğalgaz deposu yapma niyeti ile çok sevindik, ancak Rus doğalgazına ambargo uygulanırken bu doğalgazın kime ve nasıl satılabileceği sorusuna yanıt bulamadık. Azeri doğalgazının yanı sıra Türkmen doğalgazının da Hazar denizinin altından geçecek boru hattı ile Avrupa’ya ulaştırılabileceği müjdesi ile sevindik, ancak Hazar’daki kıta sahanlığı meselesine fazla kafa yormadık. Karadeniz’deki milyarlarca metreküp doğalgazın bulunduğunun bildirilmesine seçim arifesindeki müjdeli haberlere alışkın olduğumuzdan kuşkuyla yaklaştık, vs...

Yine savaşa bağlı olarak Türkiye’nin tedarik zincirleri üstündeki rolünün arttığına da tanıklık ettik. Avrupa ile Çin’e kadar uzanan yolda Kuzey hattının gerek kara yolu, gerekse demiryolu taşımacılığı için kapanmış olması bütün taşımacılığın Türkiye üstünden yapılması sonucunu doğurduğu oranda AB ile taşımacılık sorunlarımızın devam etmesini hayretle karşıladığımız bir yılı geride bıraktık.

Tahıl koridorunun Türkiye sayesinde açılması dünyanın yeni bir gıda krizinden nispeten yara almadan kurtulmasına imkan tanıdı.
Türkiye’nin yeni Avrupa güvenlik mimarisinde nasıl bir rol oynayabileceği ne yazık ki çok fazla tartışılmadı.

Kısaca belirtmek gerekirse “coğrafyanın kader olduğu” söylemini sürekli hatırladığımız bir yılı geride bıraktık.

Bu kadere bağlı olarak giderek yaşadığımız Putin ile sıkı fıkı hale gelen ilişkilerimizin yarattığı endişeleri zaman zaman dile getirmek zorunda kaldık. Bu ilişkinin başımıza açabileceği sorunlara gözümüzü çoğunlukla kapadık. ABD’nin Yunanistan’a bu denli verdiği desteğin gerekçesini yeterince tartışmadık. Güney doğu sınırlarımızda PKK’ya karşı mücadelemizde kah Rusya’nın, kah ABD’nin vekilleri ile savaştığımız gerçeğini de hafızalarımıza kazıdık. Yılı bitirirken konuşmayı reddettiğimiz, görmeye dahi tahammül etmediğimiz bazı ülke liderleriyle aramızı düzeltme yolunda adımlar atığımıza da tanıklık ettik.

Yine coğrafyamızın sınırlarında olan İran’da yaşanan olaylar bize fanatizmin ülke yönetimini ele geçirmesi halinde olabilecekleri bütün çıplaklığı ile gösterdi. Kadının giyimi ile ilgili zorlamaların nasıl bir zorbalığa dönüştüğünü ve buna başkaldırının ne tür devlet zorbalığına yol açtığını çaresizce izledik.
Çok kısaca özetlemeye çalıştığımız bu verilerin ışığında 2023’ün 2022’yi aratmayacağını söylemek mümkün mü?

Yine de iyimserliğimi muhafaza etmek istiyorum.

2023 bizler için öncelikle Cumhuriyetimizin 100üncü yılı. Cumhuriyetimizin önemini ve içinden geçtiğimiz bunca kaotik koşullarda bizlere katkısını sürekli anımsayacağımız atalarımızdan bize bir armağan.

2023 bizler için bir seçim yılı. Erken mi olur, geç mi olur bilemiyoruz. Türkiye çok önemli bir kader seçimine doğru hızla yol alacak. İç politika tartışmaları giderek dozunu yükseltiyor ve yükseltmeye devam edecek. Hukuk sisteminin giderek güven vermeyen görüntüsü ne yazık ki daha uzun süre tartışmaların odağında yer alacak. Mevcut görünümü ile ekonomik sorunlar kısa ve orta vadede çözülemeyecek, vs…

Ama bütün bu olası olumsuz beklentilere rağmen, bilimin ve aklın hakim olacağı ümidi ile enseyi karartmayalım.

2023’ün 2022’yi aratmayacağı bir yıl olması dileklerimle…



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 21 Jan 2023 0:52    Sujet du message: Répondre en citant

Hybrid ya da ortaya bir karışık

Can Baydarol

Sizi bilmem ama benim için yeni bir kavram Türkçemize girdi: “hybrid”. Önce bazı otomobillerin arkasında okuduk.” Nedir bu?” diye sorunca, otomotiv teknolojisinden anlayanlar, “duruma göre fosil yakıt, duruma göre yeşil yakıt ya da elektrik ile yol alan araç” anlamına geldiğini söylediler.

Düşününce” bu durum insanoğluna uyarlanabilir mi?” sorusu aklıma takıldı. Hepimiz için geçerli olan anlık reaksiyonlarımız acaba bizleri de “hybrid” insan sınıflandırmasına sokmaz mı? Daha doğrusu hepimiz için geçerli bir “hybrid hiyerarşisi” olabilir mi? Örneğin ne kadar iyi? Ne kadar kötü? Ne kadar karşısındakine saygılı? Ne kadar bencil? Ne kadar insan haklarına saygılı? Ne kadar hayvan sever? Vs...

Soru işaretlerinin sınırının ne olduğunu bilebilmenin imkanı yok gibi. Ama görüldüğü kadarı ile ekonomik yapı bozuldukça, insanoğlunun içine girdiği ve cinnet ruh hali olarak değerlendirebileceğimiz algı, soru işaretlerinin olumsuz tarafına bizleri yönlendiriyor. Adam aşık, sevdiği kadın ona yüz vermeyince, çekip silahı kadını vuruyor. Adam hayvan sever diye geçinip çocuğuna aldığı köpeği tatil bitince sokak ortasında bırakıp evine geri dönüyor, vs. vs…

“İnsanoğlunun bireysel psikolojisinin değerlendirmesini psikologlara bırakalım.

Ülke sistemleri “hybrid” olabilir mi? sorusuna cevap arayalım.

Bu sıralarda siyaset bilimcilerin üzerinde en fazla çalıştıkları konu başlıklarından bir tanesi bu soru işaretine cevap getirmekle ilgili.

Siz ülke olarak kendinizi çok demokratik olarak değerlendirebilirsiniz, ancak çok demokrat olmanın kriterleri yok mu? Diğer ifadesi ile sadece seçim yaparak ülke yönetiminin başına gelmek demokrasi için yeterli olabilir mi?
Zaten demokrasinin ön koşulu olan seçim bile yoksa, tasnif dışısınız.
Doğrudan otoriter, diktatoryal bir rejimin varlığı söz konusu.

Tamam, seçim yaptınız, yönetimin başına geçtiniz, peki ya sonrası?
Ülkenizde kuvvetler ayrılığını askıya alıp bütün yetkileri kendinizde topladıysanız, bütün unsurlarıyla işleyen bir demokrasiden ne kadar bahsedebilirsiniz? Basın özgürlüğü, eleştirme özgürlüğü tam olarak ortadan kalkmamış olsa bile, bireyler oto sansür uygulama gereksinimi duyuyorsa “hybrid hiyerarşisi” demokrasinizi hangi noktada tarif ediyor?

Ne yazık ki ülkemiz için yapılan değerlendirmelerde giderek alt sınıra doğru yaklaştığımız gözlemleniyor. Diğer ifadesi ile adı demokrasi ama pek de demokrasi olmayan ülke sınıflandırmasına doğru kayıyoruz. Görüntü bu olunca da ekonomi bozuluyor, ihtiyaç duyulan sermaye gelmiyor, bırakın yeni sermayenin gelmesini, mevcut olanlar duyulan güvensizliğe bağlı olarak kaçmaya çalışıyor. Giriş bölümünde ifade etmeye çalıştığımız cinnete varan ruh hali toplumun genelinde yaygınlaşıyor.

Doğal olarak üzerinde durulması gereken bir diğer soru da “güvenlik endişelerinin arttığı ortamlarda, diğer ifadesi ile özgürlük endişesi ile yaşamak yerine, güvenlik endişesi ile daha fazla yaşamaya itilen toplumlarda demokrasi ne kadar gerçekçi olabilir?” Belki de “hybrid hiyerarşisini” bu sorunun içinde de aramak gerekebilir. Ancak ne olursa olsun bizlerin ihtiyacı dengeyi özgürlük endişesi içinde aramak ve hiyerarşi içinde hızla yukarılara yönelmek.

Seçimlerin arifesinde bu soruları daha fazla soracağımız aşikar.
Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan hak ve özgürlüklerine saygılı müesses bir nizamı, ekonomi yönetiminde yer alan kurumların özerkliğini, istatistik verilerine inanırlığı sağlayabildiğimiz oranda hiyerarşinin alt sınırlarından üst sınırlarına doğru hızla tırmanabiliriz.

Yoksa…



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 21 Jan 2023 0:54    Sujet du message: Répondre en citant

2023 hızlı başladı

Can Baydarol

2022’nin bütün dünya için kötü bir yıl olduğu hepimizin malumu. 24 Şubat 2022 günü Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan ve bütün dünyanın yeni bir paradigmayla karşı karşıya gelmesine yol açan olgular zinciri, 2023 koşullarının da pozitif düşünmeyi engelleyecek nitelikte olacağının habercisi niteliğindeydi.

Yılın son günlerinde Zelensky’nin ABD ziyareti, verilen mesajlar, Zelensky’ye verilen destekler ve nihayet sayısı meçhul Rus askerinin ölümü ile sonuçlanan Ukrayna’nın Donetks’deki Rus karargahını vurmasıyla ortaya çıkan görüntü, Rusya Ukrayna savaşının ne zaman biteceği konusundaki belirsizliklerin devam edeceğinin kanıtı niteliğinde. Diğer ifadesiyle başta enerji krizi olmakla birlikte, içinde bulunduğumuz yıl bizim için olduğu kadar, bütün dünya ve Avrupa Birliği ülkeleri içinde soru işaretlerinin fazlasıyla ortada olacağı bir yıl olacak. Söz konusu soru işaretlerinin Türkiye’nin jeo stratejik öneminin herkesçe kabul edileceği, buna karşılık Türkiye’ye duyulan güvenin en azından girilen seçim sürecinin sonuna kadar tartışılacağı bir döneme işaret edeceği de anlaşılıyor. Diğer ifadesi ile güven sorunu ülkemizin en ciddi sorunu olmaya devam edecek.

Bu bağlamda bize dönünce.

Bizim için dışarıda olup bitenin, bizi pek de ilgilendirmediği günler yaşamaya devam ediyoruz.

Yeni yıla Sinan Ateş cinayeti ile başladık, Ülkü Ocakları eski başkanının katlinin MHP tarafından sessizlikle karşılanmasına anlam veremedik. Aksine sessizliğe anlam veremeyişimize karşı MHP lideri ve önde gelenlerinin tehditkar açıklamaları ile karşı karşıya geldik. Sonunda MHP içindeki tartışmaların seçim arifesinde MHP’ye yüzde kaç oy kaybettireceğine dair öngörülerin içinde kendimizi bulduk. Seçime yaklaşırken yeni siyasi cinayetlerin olup olmayacağı endişesini dile getirmeye başladık.

Eşzamanlı olarak İmamoğlu – Soylu tartışmasının hukuki boyutlarını tahmin etmeye çalıştık. 15 bin oy farkla İstanbul belediye başkanlığını kazanan İmamoğlu’nun, garip gerekçelerle iptal edilen seçimlerin tekrarı sonucunda oy farkını 806 bin seviyesine çıkartmasının ciddi bir siyasi ders niteliğinde olduğunun siyasi aktörlerce anlaşılamadığı şüphesine kapıldık. Doğal olarak hukuka olan güvenin tamamen yitirildiği, hukukun siyasetin emrine girdiği bir ortamda, bu durumun ekonomiye etkilerini tartışmaya başladık.
Ardından emekli maaşlarına yapılacak zamları gündemimize aldık.

Sayın Cumhurbaşkanımızın bir gün arayla yüzde 25’den, yüzde 30’a çıkan müjdeleri ile karşı karşıya geldik!.. Yüzde 25’e karşı duyulan tepki, yüzde 30’da da devam ettiğine göre, sayısı 12 milyondan fazla olan emeklilerden yüksek bir hoşnutsuzluğun külliyeye karşı devam ettiği bir gerçek. Seçim öncesinde böyle bir siyasi hata yapılamayacağının bilincinde olarak, 2023 Mart ayının sonuna doğru asgari ücret dahil olmak üzere bütün maaşlarda yüksek oranda bir zam ve Nisan ayında olası bir erken seçim beklentisine girdik…

Altılı masaya gelince….

Vallahi işleri zor.

Mevcut koşullar alt alta yazılınca bir araya gelen muhalefetin seçimi kazanması elzem gözüküyor. Kaybetmek muazzam stratejik hataların yapılması anlamına gelir ki; bu durumda hep beraber siyasi yaşamdan çekilmek sonucunu doğurur.

Altılı masa anlaşıldığı kadarı ile fire vermeksizin yoluna devam edecek. Masadan ayrılanın siyasi intihar etme anlamına geleceğini daha önceki yazılarımda da değinmiştim.

Ama artık adayı belirlemek ve ardından arkasında durmak zamanı.
Kaçınılmaz öncelik hukukun üstünlüğü, kurumların özerkliği, diğer ifadesi ile devlete olan güvenirliğin tekrar kazanılması.

2023’den umutlu muyum?

Kesinlikle evet.

Cumhuriyetimizin 100üncü yılı şimdiden kutlu olsun.




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 25 Jan 2023 1:29    Sujet du message: Répondre en citant

Seçime doğru

Can Baydarol


Üretimi ihracata yönelik bir sanayici arkadaşımla konuşuyorum. Durumun ne kadar vahim olduğunu, kur üstüne baskı uygulandığı için Türk Lirası’nın aşırı değerlendiğini ve yurt dışından gelen talebin tamamen kesildiğini anlatıyor. Mutsuz…

Ekonomiden anlayan ama ekonomistlikten malum nedenlerle istifa ettiklerini söyleyen arkadaşlarımla konuşuyorum. “Gerçekten Türk Lirası aşırı değer mi kazandı? Benim mi haberim olmadı?” diye soruyorum. Sanayici arkadaşımı teyit ediyorlar. Peki bu koşullarda geçtiğimiz hafta çıkan, “sanayiciler hükümetten devalüasyon talep ettiler” haberinin gerçekçiliği var mı? sorusuna verdikleri kısa yanıt “yok” şeklinde.

Türkiye Cumhurbaşkanı’nın ilan ettiği 14 Mayıs günü seçime gidilecek ise, kaçınılmaz olarak seçim ekonomisi uygulanmaya başlanmış ve bu yolda hızla ilerlenecektir arkadaşlarımın temel gerekçesi.

Öyle ya emeklilikte yaşa takılanların engellerinin kaldırılması, 3600 ek gösterge, asgari ücrete yapılan zam, memurları ve emeklileri tam tatmin etmemiş olsa da yapılan yüzde 30’luk artış ve büyük olasılıkla Mart ayında yapılacak yeni zam spekülasyonları, vergi afları, vs… Peki bütün bunlar nasıl karşılanır sorumuzun da iki cevabı ortaya çıkıyor. Ya Merkez Bankası para basar ya da daha sert vergi toplama yoluna gidilir ki; her ikisi de seçim öncesi yapılamaz. Para basmak en büyük dert olan enflasyonu azdırır, vergi yükünü artırmak seçim öncesi büyük oy kaybettirir.

Peki bu durumda ne yapılır sorumuza verilen cevapta belli. Dış kaynak bulmak gerekir. En can alıcı konu da dış kaynağın ne olabileceği noktasında düğümleniyor. Örneğin kara para bir kaynak olarak düşünülebilir mi? Uyuşturucu baronlarının ülkemizi, özellikle de İstanbul’u yeni yerleşim ve çatışma merkezi haline dönüştürdükleri konusunda ortaya çıkan haberlere bakarsak, ister istemez kötü düşüncelere dalıyoruz.

Erdoğan’ı açık açık destekleyen Putin Rusya’sı olabilir mi? Hani kuvvetli ihtimallerden birisi diyenleri yalanlıyamıyoruz. Suudi Arabistan, Katar, vs. Körfez Sermayesi mi? Hani son ziyaret trafiğini ve verilen demeçleri izleyip anladığımız oranda bu sorumuzun da cevabı “evet” olarak karşımıza çıkıyor.

Ardından geçen hafta Türkiye’deki gidişattan hoşnutsuzluğunu gizlemeyen The Economist’in meşhur başlığı, dergide yayınladıkları yanlış hatırlamıyorsam Türkiye ile ilgili sekiz makale bambaşka soruları akla getiriyor. “Ters manipülasyon yapmak sureti ile Erdoğan’ın seçim stratejisine destek mi veriliyor?” sorusuna makalelerde fazlasıyla övülen en sert tepki Kılıçdaroğlu’ndan geliyor. Aynı The Economist’in Erdoğan iktidarının ilk yıllarında Erdoğan’ı ne kadar övdüğü de nedense belleklerimizdeki yerini korumaya devam ediyor

Tekrar ekonomi meselesine geri dönersek, yukarıda yer verilen üç dış kaynak da hiç hoş olmayan sonuçları ve riskleri beraberinde taşımıyor değil. Birincisi kara para aklamada atlama taşı olan ülke niteliğinin, ikincisi Putin’le bu kadar yakınlaşmanın siyasi sonuçlarının, üçüncüsü ise hangi tavizlerin verildiğinin tartışmasını zaten başlattı ve devam edeceğini de anımsatıyor. Seçime kadar denize düşen yılana sarılır misali bu dış kaynaklarla idare edeceğimiz anlaşılıyor.

Peki seçimden sonra ne olur sorusuna ne sanayici arkadaşlarım ne de ekonomist olmaktan istifa etmiş olan ama ekonomiden anlayan dostlarım kadar karamsar yaklaşmadığımı ifade ederek sazı biraz elime alayım. Öncelikle nasıl bir kalkınma modeli tercih ettiğimizi doğru şekliyle ifade etmemiz gerekiyor. Benimsemediğim yukarıdaki üç kaynak mı? Yoksa makul ve gerçekçi olan mı?

Daha önce pek çok yazımda kaleme aldığım görüşümde ısrarcıyım. Maalesef içinde bulunduğumuz çağın en büyük insanlık trajedisini bizlere yaşatan Rusya-Ukrayna savaşının 11inci ayını bitiriyoruz. Bu savaş bütün uluslararası paradigmanın değişimine yol açmış, söylemeye utanmakla birlikte Türkiye’nin Batı dünyası için önemini misliyle artırmıştır. Misliyle artan önemimize karşın Türkiye’nin içine sürüklendiği durum tek kelimeyle “güven” kavramı ile açıklanabilir. Türkiye’nin önemi idrak edilmiş olmakla birlikte, Türkiye’nin yönetimine güven yoktur. 14 Mayıs seçimlerinden güvenilir bir iktidarın çıkması halinde, Türkiye dördüncü bir dış kaynağa kavuşacak, Türkiye yatırımlar için en cazip ülke haline gelecektir.

Ben enseyi karartmamak arzusundayım. Peki ya siz?



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 26 Jan 2023 14:01    Sujet du message: Répondre en citant

Provokasyon

Can Baydarol


Önce İsveç’te Türkiye Büyükelçiliği’nin önünde Kur’an yakan ırkçı Rasmus Paludan, ardından Hollanda’da Kur’an yırtan Pegida lideri, aşırı sağcı Edwin Wagensveld Türkiye başta olmak üzere bütün İslam alemini yeterince provoke ettiler.

Batı dünyası liderlerinin tepkileri de eksik olmadı. Onların yorumları “kendisini ifade etme özgürlüğü bir insan hakkı olmakla birlikte, eylemlerin yapılış tarzı çirkin” mealindeydi.

İfade özgürlüğü, siz ister inanın ister inanmayın, milyarların inancını simgeleyen bir kitabın yakılması ya da yırtılmasını haklı çıkaracak bahanesi olamaz. Dolayısı ile sonuna kadar desteklediğim ifade özgürlüğü bu noktada dar kapsamı ile yorumlanmalıdır inancındayım.

Hoş bu provokasyonu yapanların da aldıkları tehditler karşısında geceleri ne kadar rahat uyudukları da başka tartışma konusu olabilir.

Gelelim bu provokasyonun ardında kim olabilir sorusunun cevaplarına. Diğer ifadesi ile ünlü istihbaratçılarımızdan öğrendiğimiz kadarı ile, “bu tür eylemlerden kim kazançlı çıkar?” sorusunu tam bu noktada ortaya koymak gerekiyor.

Muhtemel olarak birinci sıraya Rusya yazılabilir. İsveç hükümetinin geniş tanımlı ifade özgürlüğüne bağlı olarak müdahil olmayacağını hesaba katan Rusya cephesi bu eyleme bağlı olarak Türkiye ile İsveç’in arasının açılmasını, tepkisiz kalmayacağı belli olan Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğini askıya almasını hedeflemiş olabilir.

Peki Türkiye’yi NATO’dan atmak ya da daha yumuşak tabiri ile Türkiye’nin NATO üyeliğini bir müddet askıya almak arzusunda olan başta ABD olmak üzere Batı dünyası bu tür bir eylemin arkasında olabilir mi? Dünyanın içinden geçtiği sürece bakınca “olabilir” ihtimalini bir köşede saklı tutuyoruz. Ancak pek çok açıdan Türkiye’nin stratejik öneminin tavan yaptığı günümüz koşullarında, şüphe duymakla birlikte göz ardı etmeyi tercih ediyoruz.
Karlı çıkanlar listesine içeriden bakarsak.

Seçimlerin arifesinde bu tür bir provokasyonun iktidarın elini güçlendirdiğine hiç kuşku yok. Zaten Erdoğan’ı desteklediğini açıkça gösteren Putin rejimi bu yolla Erdoğan oylarında bir konsolidasyonu hedeflemiş olabilir. Yeterli olur mu? Günümüz koşullarına bakınca yeterli olmaz kanaatinde olmakla birlikte siyaset arenasında olup bitecekler konusundaki endişelerimizin arttığı da bir diğer gerçek.

Bahçeli cephesinde ise gündemi Sinan Ateş cinayetinden “NATO’dan çıkarız” noktasına getirmek için bir fırsat yarattığı anlaşılıyor. Aman sayın Bahçeli lütfen sakin olun. Sizin çıkarlarınız Türkiye’nin çıkarlarından daha üstün değil.

Muhalefet cephesinde ise Kılıçdaroğlu’nun İsveç hükümetinin devlet aklını sorgulayarak yaptığı eleştiri yerindeydi. Ancak bu çıkışın 6’lı masaya ne kadar oy kazandırdığı da tartışmaya açık. En azından sessiz kalınmamış olması artı puan olarak yazılabilir.

Eğer ifade edildiği şekliyle seçimler 14 Mayıs’ta olacak ise kısa bir süreçte her türlü provokatif eyleme hazırlıklı olmalıyız. Gerek dünyanın içinden geçmekte olduğu siyasi ve ekonomik süreç, gerekse Türk iç politikasındaki gelişmeler çok hassas bir dönem yaşayacağımızı hissettiriyor.

Sağduyulu hareket etmek ve ülkemizi bir an önce karanlıklardan aydınlığa taşımak hepimizin boynunun borcu.

Enseyi karartmak lüksümüz yok.





Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 08 Fév 2023 12:45    Sujet du message: Répondre en citant

Suçlu kim?

Can Baydarol


Herhalde 21. yüzyıl tamamlanıp da, asrın felaketleri listesi sıralandığında, en başa ülkece yaşamakta olduğumuz deprem felaketi yazılacak. Doğa kaçınılmaz olarak kendi kuralları içinde hareket ediyor ve etmeye de devam edecek.

Hepimiz enkazlardan kurtulanları sevinç gözyaşları ile izledik. Umarız daha da izlemeye devam ederiz. Ancak saatler geçtikçe umutlarımızın tükendiği de bir gerçek…

Doğal olarak enkazlar temizlenirken klasik deprem sonrası suçlu arayışları da başlayacak. Hiç kuşkusuz birinci sıraya yıkılan binaların müteahhitleri konulacak, birkaç müteahhit yargılanacak ve felaketin faturası kesilmiş olacak.

Peki bu kadar basit mi?

1999 Gölcük depreminin ardından Türkiye’ye diğer aday ülkelerle eşit statüde adaylık verildiğinin açıklandığı 10/11 Aralık Helsinki Zirvesinin ardından, ülkece deprem acılarımız kısmen hafiflemiş, bütün kurumlarımız AB üyeliğine inanmış hummalı bir çalışma dönemine girilmişti. Türkiye’nin çok önemli sivil toplum örgütlerinden olan TMMOB bu çerçevede benden bir çalışma yapmamı, tam üyelik sürecinin Türk mimar ve mühendislerini nasıl etkileyeceğini araştırmamı istemişti.

Üzerinden çok yıl geçti, yazdıklarımın içeriğini tam olarak hatırlayamamakla birlikte iki saptama yapmıştım.

Birincisi mimarlık ve mühendislik mesleğinin AB hukuku çerçevesinde “hizmetler” başlığı altında düzenlendiği, dolayısı ile tam üyelik süreci ile birlikte bu meslek sahiplerine serbest dolaşım hakkının, işçilerden farklı bir statüde tanınacağıydı.

Ancak bu noktada ortaya çıkan sorun diplomaların karşılıklı tanınması durumu ile ilgili olabileceğiydi. Örneğin inşaat mühendisi olmak için, Türkiye’de dört yıllım bir eğitimin sonunda alınan bir diploma mühendis olarak imza atma yetkisini tanırken, Almanya’da durum epeyce farklılık gösteriyordu. İmza yetkisine sahip olabilmek için önce üç yıllık bir eğitim, ardından iki yıl boyunca şantiyede çalışma, ardından iki yıl boyunca da bir projede çalıştıktan sonra sınava girip başarılı olma gibi bir düzenleme vardı. Dedim ya üzerinden çok yıl geçti, süreleri ve sıralamayı hatırlamıyor olabilirim, bir de arada Alman mevzuatında değişiklikler yapılmış olabilir.
İkinci önemli saptama da mimar mühendis sayıları ile ilgiliydi. O sırada daha genişlememiş ve 12 ülkeyi bünyesinde barındıran AB’deki toplam mimar mühendis sayısı, Türkiye’deki mimar mühendis sayısından daha azdı. Diğer ifadesi ile biz sayısal artışı sağlarken galiba niteliği ıskalamak gibi bir sorun yaratmıştık.

Gelelim yazımızın başlığına. Suçlu kim?

Yok buraya kadar yazdıklarımdan bir genelleme yapıp bütün mimarları ve mühendisleri aynı kefeye koyduğum kesinlikle anlaşılmasın. Türkiye’nin geleneğinde dünya çapında yetişmiş, ödüller ayan çok sayıda mimar ve mühendis var. Ama bir de etiketi mimar ve mühendis olan ancak söz konusu mesleklerle pek de ilgisi olmayan ama imza yetkisi olanlar var.
Peki bu arkadaşların imza yetkisi almalarını sağlayan, o eğitimi verme yeterliği olmayan üniversitelerin ilgili fakültelerinin kalitesi suçlu değil mi? Ya da kalite denetimini yapmayan mekanizma suçsuz mu?

Her ile hatta ilçeye bir üniversite kurmanın peşinde olan, bu sayede kiralar artsın, bakkal biraz daha fazla peynir satsın, bu sayede oylarım artsın diyen siyasetçi daha mı az suçlu?

Aynı siyasetçi her seçim öncesinde imar affı çıkararak kaçak ve denetimsiz yapıyı meşrulaştırmayı teşvik etmiyor mu? Hatta bunu bir başarıymış gibi televizyon ilanları ile müjdelemiyor mu?

Doğal olarak “bize plan değil, pilav lazım!” geleneğinden gelen iktidarların akıl dışı ekonomi yönetimleri ile bunca ekonomik güçlükle karşı karşıya gelen Türk insanının ölüme mahkum edilmesinin sorumluları suçsuz mu?
Sevgili deprem uzmanı hocalarım, istediğiniz kadar uyarın, ne yazık ki 1999 depreminden bu yana ileriye değil, geriye gittik, bundan sonra da ne yazık ki pek bir şeyin değişeceğine inanamıyorum.









Dernière édition par administrateur le 12 Fév 2023 3:12; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 12 Fév 2023 3:00    Sujet du message: Répondre en citant

Kybele ya da Sibel yaptı yapacağını

Can Baydarol



Anadolu bereket tanrıçasıdır. Koca gövdeli, koca memeli…

Ama sadece bereket tanrıçası olmakla kalmaz, aynı zamanda deprem tanrıçasıdır. Bacaklarının ayrık tasviri, toprağın karışımını, modern algımıza göre fay hattının kırılmasını ve sonrasında çıkacak verimi, tarımsal ürün bolluğunu tasvir eder.

Modern çağ konut yapısının olmadığı, insanlığın yeni yeni tarım toplumuna geçtiği, hafif, öldürücü olmayan yapılarda yaşadığı dönemler için hiç kuşkusuz günümüz için doğal afet olarak algılanan depremlerin tanrıçası, sevimli bir tanrıçadır.

Peki ya bugün?

Korkum açıklananın çok daha fazla can kaybı ile karşı karşıya kalacağımız. Yıkılan enkazın altında kalanların, yıkıntının ötesinde zamanında müdahale edilememesine bağlı olarak donma nedeniyle yaşamlarını yitirecekleri. Hepimizin içi kan ağlıyor.

Yıllar öncesine döndüm. 1999 Ağustos depremi sonrasında yazdığım ilk yazımın başlığı “doğal afet bölgesi mi sosyal afet bölgesi mi” şeklindeydi. Yanlış hatırlamıyorsam, doğal afetlerin kaçınılmazlığı, ancak sosyal afetlerin giderilebirliği mealinde bir yazı kaleme almıştım. Giderebildik mi? Hayır.
Bırakın gidermeyi, 1999’un da gerisine düşen, acı veren görüntülerle karşı karşıyayız.

Tamam önce 7.7, ardından 7.6 belki de deprem tarihinde ilk defa görülen gerçek bir felaket rakamları. Peki beklenmiyor muydu? Prof. Dr. Naci Görür aylardan beridir uyardığına göre beklenen bir afetle karşı karşıyaydık. Peki mantık? Bilim adamları söyler, siyaset esastır, Allah bilir.

Peki, kadercilikten önce Allah akıl fikir vermiş diyenlere ne diyeceğiz?
Çok şükür depremin vurduğu 10 il için OHAL ilan edildi. Peki 2 gün niye beklendi? 2 gün öncesinin sabahı ilan edilse de kurtarma çalışmalarına ordunun dahil edilmesi daha önce gerçekleşseydi? Gecikme bir cinayet midir? Çok tartışmaya açık bir konu değil mi?

İki gün boyunca bir çorbayı esirgemek, hadi esirgemek demeyelim ama afet bölgesinde endişeyle bekleyen insanlarına götürememek hangi sorgulamaları beraberinde getirir, farkında mısınız?

Böylesi bir insanlık trajedisi yaşanırken hala oy devşirmek üstüne bazı yardımların merkezileştirilmesi üstüne yaptığınız kurguların size yaracağına hakikaten inanıyor musunuz?

Son soru, hala vicdanınız rahat mı?

Benim vicdanım ne yazık ki rahat değil!..

Toprağın altında kalmış nice canlara rahmet okurken, bu sosyal afet cahilliğini telin ediyorum.




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 17 Fév 2023 23:57    Sujet du message: Répondre en citant

Deprem diplomasisi

Can Baydarol


Artık televizyon kumandasını elime almak istemiyorum. Kurtarılanlar kurtarıldı, bundan sonrası yaşanılan büyük felaket sonrasının büyük acısı. Aynen 1999 depremlerinin ardından olduğu gibi…

İster istemez anılarımız tekrar canlanıyor, her şeye rağmen sağ kalanlar için hayat devam ediyor. Bu büyük felaketten ders çıkaracak mıyız? Maalesef iyimser değilim. 1999 Gölcük ve Düzce depremlerinden ders çıkardık mı? Hayır. Rant ekonomisi, sadece inşaatla kalkınma sevdası, plansızlık ve doğa gerçeklerini yok sayma dürtüsü hakimiyetini sürdürdüğü ölçüde hayatta kalırsak bizler, bizden sonraki nesiller daha çok göz yaşı dökerler.

Acı gerçekleri bir tarafa bırakıp, 1999 sonrasında ne yaşamıştı, kısaca hatırlayalım.

Bütün dünya Türkiye’nin yardımına koşmuş, arama kurtarma ekipleri seferber olmuş, mali yardım paketleri Türkiye için hazırlanmış, komşumuz Yunanistan ile yaşanan gerginliklerin yerini yumuşama ve iyi komşuluk ilişkileri almış, onlar bize deprem sırasında yardımcı olurken, hemen ardından onlarda olan depremde biz onlara yardımcı olmuştuk. Daha da önemlisi 10/11 Aralık Helsinki Zirvesinin ardından Türkiye’yi de diğer AB ülkeleri ile eşdeğer aday üye olarak adlandıran AB’nin bu kararını Yunanistan da desteklemiş, 3 Ekim 2005 tarihinde tam üyelik müzakerelerinin başlatılmasının yolu açılmıştı.

Peki bugün 1999 depremleri sonrasındaki uluslararası algıdan farklı mı?
1999 felaketinden çok daha büyük, belki de asrın felaketi diyebileceğimiz bir durumla karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Bir de iç politika mülahazalarına bağlı beceriksizlikler zinciri ile birlikte durumun katmerli bir facia olduğunu da eklersek yanlış söylemiş olmayız her halde.

Peki uluslararası toplumun tepkileri nasıl oldu?

Dünyanın dört bir yanından gelen kurtarma ekipleri, hepimize bir insanlık dersi verdi. Küçücük bir çocuğu enkaz altından çıkartıp hüngür hüngür ağlayan Yunan kurtarma ekibinin görüntüleri içimizi ısıtan manzaralardan sadece bir tanesiydi.

Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın ziyaretini kabul eden Sayın Çavuşoğlu’nun 1999 depreminin ardından yazdığı bir makalesine atfen “sorunlarımızı gidermek için illaki bir depremi mi beklemeliyiz?” mealindeki sözlerine mevkidaşının da aynen katılması aynı sahnelerin bir kez daha izlenmesine yol açabilir mi?

Evet dünyanın dört bir yanından Türkiye’nin yaralarını sarması için yardım elleri uzanıyor ve uzanacak. Düzenlenen yardım kampanyaları, AB’nin Mart ayı başında Türkiye ve Suriye’ye yönelik mali yardımları konuşacağı özel toplantısı, vs.

Peki uluslararası toplumun bu dayanışma arzusunu biz nasıl karşılayacağız? “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” havası ile giderek özellikle Batı karşıtlığı üstüne inşa edilen iç politikamız, bu değişime ayak uydurabilecek mi? Diğer ifadesi ile teşekkür mü edeceğiz? Yoksa küfür etmeye devam mı edeceğiz? Özellikle facianın ekonomi üstüne %6 ile %10 arasında daraltıcı bir etkisinin olacağı ekonomistler tarafından yorumlanırken herhalde dilimize dikkat etmemiz gerekecek.

Bütün bu felaket görüntüleri içinde ikinci plana itilen seçim tartışmalarını yeniden izlemeye başlayacağımız da bir diğer gerçek. Anlaşılabildiği kadarı ile iktidarın eğilimi seçimleri ertelemek. Bunun dayanağı da geçmişteki bir Anayasa Mahkemesi kararı. “Savaş ve benzeri koşullarda seçimler ertelenebilir” mealindeki hüküm, ertelemenin gerekçesini oluşturabilir.
İyi de yukarıda sıralamaya çalıştığımız algı içinde mevcut sistemin yarattığı en ciddi sorun güven erozyonu değil mi? Mevcut deprem sonrası koşullarda değişen Türkiye algısının değişmeyen temel gerçeği maalesef Türkiye’ye karşı duyulan güvensizlik. Son olarak Dünya Bankasının vermeyi taahhüt ettiği 1.78 milyar dolarlık yardımı merkezi hükümet aracılığı ile değil de belediyeler üstünden kullandıracağı söylentisi bile bu güvensizliğin açık işareti niteliğinde.

Bu sorunu ortadan kaldırmak için seçimi nasıl erteleyebiliriz arayışı yerine bir an önce nasıl yapabiliriz arayışına gitmek, kim kazanırsa kazansın Türkiye’ye duyulacak güvenin tekrar inşasına yardım edecektir.
Deprem diplomasisinin iyi yönetilmesi iç politikadan bağımsız değildir.







Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 24 Fév 2023 0:04    Sujet du message: Répondre en citant

Bu hafta

Can Baydarol


İçinde bulunduğumuz hafta itibarı ile yazacağım iki konu başlığını kurgulamıştım.

Birincisi hiç kuşkusuz, 24 Şubat itibarı ile Rusya-Ukrayna savaşının yol açtığı sonuçlar ve bu savaşın daha ne kadar süreceğine yönelik soru işaretlerine cevap aramaktı. Savaşın beraberinde getirdiği belirsizlikler ve ülkemize etkileri bundan sonra da sürekli olarak gündemimizi oluşturmaya devam edecek.

Bu ilk konunun altına asrın felaketi niteliğindeki 6 Şubat ardışık depremlerinin ve artçı depremlerinin ortaya koyduğu algıyı ve bir önceki yazının başlığı olan “deprem diplomasisinin neresindeyiz?” sorusunu ortaya atarak yazımı tamamlamak niyetindeydim.

Ama yaşamda her şey planlandığı gibi olmuyor. Genel konular üzerine kafa yorarken fazlası ile özel bir konu başlığı ile karşı karşıya geldim.

Birkaç haftadır, ara sıra boynumdan başlayarak sol omuzuma kadar yansıyan şiddetli ağrılarımı, yaşlanmaya bağlı kireçlenmedir diye geçiştiriyordum. Sevgili eşim bana inanmamış olacak ki; benden habersiz İstanbul Başkent Üniversitesi kardiyoloji bölümünden randevu alıp, beni yaka paça muayene olmaya sürükledi. Ben de kendi teşhisimden emin, rutin bir muayene diye kendimi rahatlatarak bir dizi tetkiklerin içinde kendimi buluverdim. Sonuçta rutin tetkikler derken kendimi yoğun bakım ünitesinde buluverdim. Anlaşılan doktorlarımın tabiri ile fena halde dağıtmış olduğum kaportamın toparlanması için oldukça uzun bir maratona çıkmış bulunuyorum. İlk aşaması içinde bulunduğumuz bu haftanın ilk günü başarıyla başlayan, hayatımın uzamasına imkan tanıyan Prof. Dr. Öykü GÜLMEZ ÖZKAYA’ya, Prof. Dr. Seçkin PEHLİVANOĞLU’na ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir diğer teşekkür de yattığım dört gün boyunca bütün kaprislerime güler yüzle cevap veren yoğun bakım nöbetçi doktorlarına, hemşirelerine ve hasta bakıcılarına. Bütün sağlık çalışanları iyi ki varsınız.

Kendimle ilgili durumu ve şükranlarımı arz ettikten sonra gelelim asıl yazmak istediklerime.

Öncelikle Rusya-Ukrayna savaşı biter mi? sorusuna verilecek basit cevaba.

“Hayır! Bitmez!”

ABD Başkanı Biden’ın Kiev’i ziyaret etmesi, Zelensky’nin bu ziyareti memnuniyetle karşılaması hiç kuşkusuz ABD önderliğindeki NATO’nun Ukrayna’ya savaş süresince desteklerinin süreceği anlamına geliyor. Destek sürdükçe bu savaşın bitmesi ufukta görülmüyor.

Bu noktada sorulması gereken kritik soru da, savaşın giderek daha yaygın hale gelip gelmeyeceği. Diğer ifadesi ile Rusya’nın cephe genişleterek bir NATO ülkesine saldırıp, üçüncü dünya savaşına yol açıp açmayacağı.

Bazı analistlere göre zaten ismi konulmamış bir üçüncü dünya savaşı çoktan başladı. NATO ülkeleri Ukrayna’ya verdikleri ve vermeye devam edecekleri muazzam yardımlarla Rusya’ya karşı Ukrayna aracılığı ile bir vekalet savaşı sürdürüyorlar. İsmin konulması için Rusya’nın sabırları sınanıyor. Bu noktada da en olası senaryo savaşın Polonya’ya sıçraması. Tam da bu noktada Biden’ın Kiev ziyaretinin yanı sıra Polonya’yı da ziyaret etmesinin ön plana çıktığını izliyoruz. Verilen mesaj diplomasi sembolizmi aracılığı ile açık. “Polonya bir NATO ülkesi, Polonya’ya yapılacak en ufak saldırı NATO Antlaşması’nın 5. maddesinin devreye girmesine yol açar, yani birimize yapılan saldırı hepimize yapılmış sayılır ve bütün NATO üyeleri topyekûn karşılık verir!” Diğer ifadesi ile üçüncü dünya savaşının adı konmuş olur.
Tabi aynı ziyaretler çerçevesinde Rusya’ya karşı yeni yaptırımların planlanmakta olduğunu da öğrendik.

Bu noktada ülkemize dönüp baktığımızda ne tür soru işaretleri ile karşı karşıya geldiğimizi sorgulamakta yarar var. Ama bu sorgulamayı yapmadan önce, yaşadığımız ardışık ve artçı depremlerin ortaya koyduğu algıyı da tekrar hatırlamak önemli.

Öncelikle reel politika gerçekleri ile insan odaklı politikaların çelişkisine işaret etmekte yarar var. Ülkemizin uzun süre kendisini uluslararası aileden soyutlayarak ismini “kutsal yalnızlık” olarak koyduğu (her ne kadar son dönemlerde geriye çark etmeye çalışsa da) yaklaşımın, deprem felaketi ile anlamını yitirdiğine hep beraber tanıklık ettik. Tek bir canı enkaz altından kurtarmak için saatlerce uğraş veren yerli ya da yabancı kurtarma ekiplerinin çabalarını gözyaşları içinde izledik. Ne kurtulanın sosyal ya da siyasi kimliği, ne yaşı, ne yaşam biçimi umurumuzda oldu ne de kurtaranların hangi ülke vatandaşı oldukları. Söz konusu olan bir insani dayanışmaydı ve bu dayanışmanın 21. Yüzyıl boyunca devam etmesi en büyük temennimiz.
Ancak gelişmelere sadece insani dayanışma boyutu ile bakmak ne kadar mümkün?

Reel politika zemininde öncelikle Yunanistan Dışişleri Bakanı Denias’ın Çavuşoğlu’nu ziyaretine tanıklık ettik, Türkiye Yunanistan arasında giderek artan gerilimin yerine detant sürecine geçildiğini anladık. Hemen ardından NATO Genel Sekreteri Soltenberg’in Ankara ziyaretine ve bütün NATO ülkeleri adına verdiği mesajlara kulağımızı verdik. Her ne kadar bütün NATO ülkelerinin Türkiye için hazırladığı yardım paketleri ön plana çıkmış olsa da Soltenberg’in esas derdinin İsveç ve Finlandiya’nın NATO tam üyeliği konusundaki çekincelerinin bir an önce kaldırılması olduğunu idrak ettik.
Tabi yardımlar çok önemli, Mart ayının ilk haftasında bu bağlamda toplanacak AB zirvesinden çıkacak kararları da fazlasıyla önemsemek gerekiyor. Hele AB dönem başkanlığının İsveç’te olduğu düşünüldüğünde oldukça bonkör bir AB ile karşılaşmak da olası gözüküyor.

Ancak depremin görüntüleri içindeki rahatsız edici unsurları ve içine girdiğimiz seçim ortamını da değerlendirmemek mümkün değil.

Öncelikle deprem sürecinin başlangıç anından itibaren çok kötü yönetildiğini, bu nedenle pek çok vatandaşımızın gereksiz yere yaşamını yitirdiğini görmezden gelemeyiz. Bütün bu olup bitenin yanı sıra özellikle siyasi hesapların da sürece katıldığını görmek üzüntü verici oldu. Yardımların gecikmesinden, koordinasyonuna kadar her aşamada siyasetin ön plana çıkması her halde siyaseti ön plana çıkartanların işine yaramayacaktır.
Seçimlere çok az kala (14 Mayıs olasılığı ortadan kalktı gibi, Haziran Anayasamız uyarınca kaçınılmaz, Anayasaya rağmen erteleme olur mu? bilinmez) zaten kötü ekonomi yönetimi nedeniyle büyük darbe alan mevcut iktidar deprem beceri yoksunlukları ile tam bir güven erozyonu ile karşı karşıya. Dış politikada çok uzun süredir yaşanan güven erozyonuna iç politikadaki mevcut koşullar da eklenince hepimizin içini karartan ve geleceği öngörmemize imkan tanımayan yeni bir durum ortaya çıktı.

Bu verilerin ışığında Türkiye’nin temel sorununun önünü görebilir hale gelmesi, seçimlerin bir an önce gerçekleştirilmesi olduğu aşikar.
Muhalefet cephesinin de adayını artık bir an önce belirlemesi, Türkiye’nin dış politikası ile ilgili görüşlerini mahcubiyet çizgisinden çıkartarak yüksek sesle ifade etmesi bir diğer gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.

Zor günlerden geçtiğimiz bir gerçek. Doğal afet bölgesi olmamızı engelleyemeyiz. Ancak sosyal afet bölgesi olmak bize yakışmıyor.
Ense karardı kararmasına da, yine de karartmamak için yapılacak çok iş var.






Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 06 Mar 2023 0:46    Sujet du message: Répondre en citant

Siyasette 1+1 asla 2 etmez

Can Baydarol



Evet, sayın Akşener’in açıklamalarıyla hepimiz sarsıldık. 6’lı masaya öyle bir tekme vurdu ki; artık geri dönüşü neredeyse imkansız köşeli cümlelerle masayı dağıttığını algıladık. Hatta masayı dağıtmakla da kalmadı, sayın İmamoğlu’na ve Sayın Yavaş’a yaptığı çağrılarla CHP’yi de dağıtmaya kalktığına tanıklık ettik.

Ama ardından taşların yavaş yavaş yerine oturmaya başladığını da izlemeye başladık.

Öncelikle Sayın Kılıçdaroğlu’nun Pazartesi günü 5’li masa tarafından açıklanacak adaylığı hayırlı olsun. Bu noktada kuşkuya yer kalmadı. Kılıçdaroğlu’nun adaylığına kuşkuyla bakan İyi Parti masada olmadığına göre 14 Mayıs’ta olacağından hala şüphelerimizin geçerli olduğu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bence en güçlü adayı CHP Genel Başkanı.

Şüphelerimiz geçerli derken, her ne kadar Sayın Erdoğan 14 Mayıs için
ısrarcı görüntü veriyor olsa da, YSK hangi talimatlar doğrultusunda karar verecek, bilemiyoruz.

Akşener’in çıkışı Erdoğan’a yaradı mı? Sonrasında yarayacak mı?
Kısa vadede belki. Eğer Akşener bu çıkışı yapmasaydı, şu sıralarda depremi, depremin yarattığı beceri yoksunluklarını, ordunun geç müdahalesini, Kızılay’ı, AFAD’ı vs. tartışıyor olacaktık. Bütün bu tartışmaların da Erdoğan’a yaramayacağı açıktı. Peki bu tartışmalar bitti mi? Hayır, biraz gecikmeye uğradı, ama deprem bölgesindeki gerçeklik bütün çıplaklığı ile devam ettiği sürece asla bitmedi, bitmeyecek.

Peki sonrasında yarayacak mı? Diğer ifadesi ile seçim arifesinde olası Erdoğan – Akşener koalisyonu hem başkanlık, hem de parlamento seçimlerinde oy dengelerini ciddi oranda etkiler mi?

Öncelikle siyasette 1+1’in asla 2 etmediği gerçeğine dikkat çekelim. Yani muhtemel Erdoğan + Bahçeli oylarına yüzde 13, 14 seviyesinde olduğu iddia edilen Akşener oyları eklendiğinde Erdoğan’ın yeniden başkan seçileceği, parlamentoda da yeterli çoğunluğu elde edeceği algısının tamamen gerçek dışı olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Öncelikle yüzde 13, 14 seviyesindeki seçmen potansiyelinin yapısına biraz yakından bakmak gerekiyor.

Belki eski MHP kökenli ama MHP’nin AKP’ye bu kadar yakınlaşmasından rahatsız pek çok eski Ülkücü İyi Parti’de kendisine yer buldu. Peki sadece eski Ülkücüler mi? CHP’den rahatsız, CHP’ye ders vermek isteyen pek çok seçmen yok mu? Peki bu iki gurup seçmenlerin Erdoğan’a ve İyi Parti’ye ilk seçimlerde oy verecekleri düşünülebilir mi? Yine İyi Parti’yi bir çıkış yolu olarak gören merkez sağ seçmeni ne yapacağız? Aslında Akşener’in düne kadar olan en büyük başarısı siyasi yelpazedeki en büyük boşluk olan Merkez Sağ’ı giderek kendi bünyesinde toplayıp, sağ seküler seçmen için bir referans noktası haline gelmek değil miydi?

Dolayısı ile Sayın Akşener’in bu çıkışı bir tür siyasi intihar olarak düşünülebilir, bu çıkıştan başta kendisi olmak üzere temsil ettiği partisinin mantıki hiçbir yarar sağlamayacağı açıktır. Olası senaryoda İyi Parti’ye kaçan CHP oyları CHP’ye geri döner, merkez sağ oylar 5’li masada kendilerine yeni adres arar, AKP’den hoşnut olmayan ülkücü oylar da illaki yeni bir adres bulur.

Doğal olarak bir diğer olasılık da Sayın Akşener’in nadim olarak 6’lı masaya geri dönmesi. Hani bunca köşeli laflar söyleyip masayı dağıtmaya çalıştıktan sonra kolay mı?

Hadi diyelim ki siyaset onur, gurur falan tanımaz, gerçeklikler üstüne inşa edilir, vs. Ya da rahmetli Demirel’in söylemi ile siyasette 24 saat çok uzun bir süredir.

Doğal olarak dış gözlemci sıfatı ile bilemeyiz, her türlü spekülatif olasılığı bekleyebiliriz.

Diyelim ki Sayın Akşener’in dönmesinin önü açıldı, 5 siyasi lider farklı gerekçelerle bağırlarına taş basıp geri dönüşü kabullendiler.
Peki ya güven? Yaklaşık son bir yılda yazmaya çalıştığım bütün yazılarımda Türkiye’nin temel sorununun “güven sorunu” olduğunu yazdım. Bundan sonra Sayın Akşener’e güvenebilir misiniz?




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 11 Mar 2023 20:31    Sujet du message: Répondre en citant

Deprem diplomasisi

Can Baydarol



Artık televizyon kumandasını elime almak istemiyorum. Kurtarılanlar kurtarıldı, bundan sonrası yaşanılan büyük felaket sonrasının büyük acısı. Aynen 1999 depremlerinin ardından olduğu gibi…

İster istemez anılarımız tekrar canlanıyor, her şeye rağmen sağ kalanlar için hayat devam ediyor. Bu büyük felaketten ders çıkaracak mıyız? Maalesef iyimser değilim. 1999 Gölcük ve Düzce depremlerinden ders çıkardık mı? Hayır. Rant ekonomisi, sadece inşaatla kalkınma sevdası, plansızlık ve doğa gerçeklerini yok sayma dürtüsü hakimiyetini sürdürdüğü ölçüde hayatta kalırsak bizler, bizden sonraki nesiller daha çok göz yaşı dökerler.
Acı gerçekleri bir tarafa bırakıp, 1999 sonrasında ne yaşamıştı, kısaca hatırlayalım.

Bütün dünya Türkiye’nin yardımına koşmuş, arama kurtarma ekipleri seferber olmuş, mali yardım paketleri Türkiye için hazırlanmış, komşumuz Yunanistan ile yaşanan gerginliklerin yerini yumuşama ve iyi komşuluk ilişkileri almış, onlar bize deprem sırasında yardımcı olurken, hemen ardından onlarda olan depremde biz onlara yardımcı olmuştuk. Daha da önemlisi 10/11 Aralık Helsinki Zirvesinin ardından Türkiye’yi de diğer AB ülkeleri ile eşdeğer aday üye olarak adlandıran AB’nin bu kararını Yunanistan da desteklemiş, 3 Ekim 2005 tarihinde tam üyelik müzakerelerinin başlatılmasının yolu açılmıştı.

Peki bugün 1999 depremleri sonrasındaki uluslararası algıdan farklı mı?
1999 felaketinden çok daha büyük, belki de asrın felaketi diyebileceğimiz bir durumla karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Bir de iç politika mülahazalarına bağlı beceriksizlikler zinciri ile birlikte durumun katmerli bir facia olduğunu da eklersek yanlış söylemiş olmayız her halde.
Peki uluslararası toplumun tepkileri nasıl oldu?

Dünyanın dört bir yanından gelen kurtarma ekipleri, hepimize bir insanlık dersi verdi. Küçücük bir çocuğu enkaz altından çıkartıp hüngür hüngür ağlayan Yunan kurtarma ekibinin görüntüleri içimizi ısıtan manzaralardan sadece bir tanesiydi.

Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın ziyaretini kabul eden Sayın Çavuşoğlu’nun 1999 depreminin ardından yazdığı bir makalesine atfen “sorunlarımızı gidermek için illaki bir depremi mi beklemeliyiz?” mealindeki sözlerine mevkidaşının da aynen katılması aynı sahnelerin bir kez daha izlenmesine yol açabilir mi?

Evet dünyanın dört bir yanından Türkiye’nin yaralarını sarması için yardım elleri uzanıyor ve uzanacak. Düzenlenen yardım kampanyaları, AB’nin Mart ayı başında Türkiye ve Suriye’ye yönelik mali yardımları konuşacağı özel toplantısı, vs.

Peki uluslararası toplumun bu dayanışma arzusunu biz nasıl karşılayacağız? “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” havası ile giderek özellikle Batı karşıtlığı üstüne inşa edilen iç politikamız, bu değişime ayak uydurabilecek mi? Diğer ifadesi ile teşekkür mü edeceğiz? Yoksa küfür etmeye devam mı edeceğiz? Özellikle facianın ekonomi üstüne %6 ile %10 arasında daraltıcı bir etkisinin olacağı ekonomistler tarafından yorumlanırken herhalde dilimize dikkat etmemiz gerekecek.

Bütün bu felaket görüntüleri içinde ikinci plana itilen seçim tartışmalarını yeniden izlemeye başlayacağımız da bir diğer gerçek. Anlaşılabildiği kadarı ile iktidarın eğilimi seçimleri ertelemek. Bunun dayanağı da geçmişteki bir Anayasa Mahkemesi kararı. “Savaş ve benzeri koşullarda seçimler ertelenebilir” mealindeki hüküm, ertelemenin gerekçesini oluşturabilir.
İyi de yukarıda sıralamaya çalıştığımız algı içinde mevcut sistemin yarattığı en ciddi sorun güven erozyonu değil mi? Mevcut deprem sonrası koşullarda değişen Türkiye algısının değişmeyen temel gerçeği maalesef Türkiye’ye karşı duyulan güvensizlik. Son olarak Dünya Bankasının vermeyi taahhüt ettiği 1.78 milyar dolarlık yardımı merkezi hükümet aracılığı ile değil de belediyeler üstünden kullandıracağı söylentisi bile bu güvensizliğin açık işareti niteliğinde.

Bu sorunu ortadan kaldırmak için seçimi nasıl erteleyebiliriz arayışı yerine bir an önce nasıl yapabiliriz arayışına gitmek, kim kazanırsa kazansın Türkiye’ye duyulacak güvenin tekrar inşasına yardım edecektir.
Deprem diplomasisinin iyi yönetilmesi iç politikadan bağımsız değildir.









Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 11 Mar 2023 20:35    Sujet du message: Répondre en citant

Koşullar

Can Baydarol


İçinde bulunduğumuz hafta itibarı ile yazacağım iki konu başlığını kurgulamıştım.

Birincisi hiç kuşkusuz, 24 Şubat itibarı ile Rusya-Ukrayna savaşının yol açtığı sonuçlar ve bu savaşın daha ne kadar süreceğine yönelik soru işaretlerine cevap aramaktı. Savaşın beraberinde getirdiği belirsizlikler ve ülkemize etkileri bundan sonra da sürekli olarak gündemimizi oluşturmaya devam edecek.

Bu ilk konunun altına asrın felaketi niteliğindeki 6 Şubat ardışık depremlerinin ve artçı depremlerinin ortaya koyduğu algıyı ve bir önceki yazının başlığı olan “deprem diplomasisinin neresindeyiz?” sorusunu ortaya atarak yazımı tamamlamak niyetindeydim.

Ama yaşamda her şey planlandığı gibi olmuyor. Genel konular üzerine kafa yorarken fazlası ile özel bir konu başlığı ile karşı karşıya geldim.

Birkaç haftadır, ara sıra boynumdan başlayarak sol omuzuma kadar yansıyan şiddetli ağrılarımı, yaşlanmaya bağlı kireçlenmedir diye geçiştiriyordum. Sevgili eşim bana inanmamış olacak ki; benden habersiz İstanbul Başkent Üniversitesi kardiyoloji bölümünden randevu alıp, beni yaka paça muayene olmaya sürükledi. Ben de kendi teşhisimden emin, rutin bir muayene diye kendimi rahatlatarak bir dizi tetkiklerin içinde kendimi buluverdim. Sonuçta rutin tetkikler derken kendimi yoğun bakım ünitesinde buluverdim. Anlaşılan doktorlarımın tabiri ile fena halde dağıtmış olduğum kaportamın toparlanması için oldukça uzun bir maratona çıkmış bulunuyorum. İlk aşaması içinde bulunduğumuz bu haftanın ilk günü başarıyla başlayan, hayatımın uzamasına imkan tanıyan Prof. Dr. Öykü GÜLMEZ ÖZKAYA’ya, Prof. Dr. Seçkin PEHLİVANOĞLU’na ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir diğer teşekkür de yattığım dört gün boyunca bütün kaprislerime güler yüzle cevap veren yoğun bakım nöbetçi doktorlarına, hemşirelerine ve hasta bakıcılarına. Bütün sağlık çalışanları iyi ki varsınız.

Kendimle ilgili durumu ve şükranlarımı arz ettikten sonra gelelim asıl yazmak istediklerime.

Öncelikle Rusya-Ukrayna savaşı biter mi? sorusuna verilecek basit cevaba. “Hayır! Bitmez!”

ABD Başkanı Biden’ın Kiev’i ziyaret etmesi, Zelensky’nin bu ziyareti memnuniyetle karşılaması hiç kuşkusuz ABD önderliğindeki NATO’nun Ukrayna’ya savaş süresince desteklerinin süreceği anlamına geliyor. Destek sürdükçe bu savaşın bitmesi ufukta görülmüyor.

Bu noktada sorulması gereken kritik soru da, savaşın giderek daha yaygın hale gelip gelmeyeceği. Diğer ifadesi ile Rusya’nın cephe genişleterek bir NATO ülkesine saldırıp, üçüncü dünya savaşına yol açıp açmayacağı.
Bazı analistlere göre zaten ismi konulmamış bir üçüncü dünya savaşı çoktan başladı. NATO ülkeleri Ukrayna’ya verdikleri ve vermeye devam edecekleri muazzam yardımlarla Rusya’ya karşı Ukrayna aracılığı ile bir vekalet savaşı sürdürüyorlar. İsmin konulması için Rusya’nın sabırları sınanıyor. Bu noktada da en olası senaryo savaşın Polonya’ya sıçraması. Tam da bu noktada Biden’ın Kiev ziyaretinin yanı sıra Polonya’yı da ziyaret etmesinin ön plana çıktığını izliyoruz. Verilen mesaj diplomasi sembolizmi aracılığı ile açık. “Polonya bir NATO ülkesi, Polonya’ya yapılacak en ufak saldırı NATO Antlaşması’nın 5. maddesinin devreye girmesine yol açar, yani birimize yapılan saldırı hepimize yapılmış sayılır ve bütün NATO üyeleri topyekûn karşılık verir!” Diğer ifadesi ile üçüncü dünya savaşının adı konmuş olur.
Tabi aynı ziyaretler çerçevesinde Rusya’ya karşı yeni yaptırımların planlanmakta olduğunu da öğrendik.

Bu noktada ülkemize dönüp baktığımızda ne tür soru işaretleri ile karşı karşıya geldiğimizi sorgulamakta yarar var. Ama bu sorgulamayı yapmadan önce, yaşadığımız ardışık ve artçı depremlerin ortaya koyduğu algıyı da tekrar hatırlamak önemli.

Öncelikle reel politika gerçekleri ile insan odaklı politikaların çelişkisine işaret etmekte yarar var. Ülkemizin uzun süre kendisini uluslararası aileden soyutlayarak ismini “kutsal yalnızlık” olarak koyduğu (her ne kadar son dönemlerde geriye çark etmeye çalışsa da) yaklaşımın, deprem felaketi ile anlamını yitirdiğine hep beraber tanıklık ettik. Tek bir canı enkaz altından kurtarmak için saatlerce uğraş veren yerli ya da yabancı kurtarma ekiplerinin çabalarını gözyaşları içinde izledik. Ne kurtulanın sosyal ya da siyasi kimliği, ne yaşı, ne yaşam biçimi umurumuzda oldu ne de kurtaranların hangi ülke vatandaşı oldukları. Söz konusu olan bir insani dayanışmaydı ve bu dayanışmanın 21. Yüzyıl boyunca devam etmesi en büyük temennimiz.

Ancak gelişmelere sadece insani dayanışma boyutu ile bakmak ne kadar mümkün?

Reel politika zemininde öncelikle Yunanistan Dışişleri Bakanı Denias’ın Çavuşoğlu’nu ziyaretine tanıklık ettik, Türkiye Yunanistan arasında giderek artan gerilimin yerine detant sürecine geçildiğini anladık. Hemen ardından NATO Genel Sekreteri Soltenberg’in Ankara ziyaretine ve bütün NATO ülkeleri adına verdiği mesajlara kulağımızı verdik. Her ne kadar bütün NATO ülkelerinin Türkiye için hazırladığı yardım paketleri ön plana çıkmış olsa da Soltenberg’in esas derdinin İsveç ve Finlandiya’nın NATO tam üyeliği konusundaki çekincelerinin bir an önce kaldırılması olduğunu idrak ettik.
Tabi yardımlar çok önemli, Mart ayının ilk haftasında bu bağlamda toplanacak AB zirvesinden çıkacak kararları da fazlasıyla önemsemek gerekiyor. Hele AB dönem başkanlığının İsveç’te olduğu düşünüldüğünde oldukça bonkör bir AB ile karşılaşmak da olası gözüküyor.

Ancak depremin görüntüleri içindeki rahatsız edici unsurları ve içine girdiğimiz seçim ortamını da değerlendirmemek mümkün değil.
Öncelikle deprem sürecinin başlangıç anından itibaren çok kötü yönetildiğini, bu nedenle pek çok vatandaşımızın gereksiz yere yaşamını yitirdiğini görmezden gelemeyiz. Bütün bu olup bitenin yanı sıra özellikle siyasi hesapların da sürece katıldığını görmek üzüntü verici oldu. Yardımların gecikmesinden, koordinasyonuna kadar her aşamada siyasetin ön plana çıkması her halde siyaseti ön plana çıkartanların işine yaramayacaktır.
Seçimlere çok az kala (14 Mayıs olasılığı ortadan kalktı gibi, Haziran Anayasamız uyarınca kaçınılmaz, Anayasaya rağmen erteleme olur mu? bilinmez) zaten kötü ekonomi yönetimi nedeniyle büyük darbe alan mevcut iktidar deprem beceri yoksunlukları ile tam bir güven erozyonu ile karşı karşıya. Dış politikada çok uzun süredir yaşanan güven erozyonuna iç politikadaki mevcut koşullar da eklenince hepimizin içini karartan ve geleceği öngörmemize imkan tanımayan yeni bir durum ortaya çıktı.

Bu verilerin ışığında Türkiye’nin temel sorununun önünü görebilir hale gelmesi, seçimlerin bir an önce gerçekleştirilmesi olduğu aşikar.
Muhalefet cephesinin de adayını artık bir an önce belirlemesi, Türkiye’nin dış politikası ile ilgili görüşlerini mahcubiyet çizgisinden çıkartarak yüksek sesle ifade etmesi bir diğer gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.

Zor günlerden geçtiğimiz bir gerçek. Doğal afet bölgesi olmamızı engelleyemeyiz. Ancak sosyal afet bölgesi olmak bize yakışmıyor.

Ense karardı kararmasına da, yine de karartmamak için yapılacak çok iş var.






Dernière édition par administrateur le 11 Mar 2023 20:44; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 11 Mar 2023 20:44    Sujet du message: Répondre en citant

Bir Çuval İncir

Can Baydarol



Evet, sayın Akşener’in açıklamalı ile hepimiz sarsıldık. 6’lı masaya öyle bir tekme vurdu ki; artık geri dönüşü neredeyse imkansız köşeli cümlelerle masayı dağıttığını algıladık. Hatta masayı dağıtmakla da kalmadı, sayın İmamoğlu’na ve Sayın Yavaş’a yaptığı çağrılarla CHP’yi de dağıtmaya kalktığına tanıklık ettik.

Ama ardından taşların yavaş yavaş yerine oturmaya başladığını da izlemeye başladık.

Öncelikle Sayın Kılıçdaroğlu’nun Pazartesi günü 5’li masa tarafından açıklanacak adaylığı hayırlı olsun. Bu noktada kuşkuya yer kalmadı. Kılıçdaroğlu’nun adaylığına kuşkuyla bakan İyi Parti masada olmadığına göre 14 Mayıs’ta olacağından hala şüphelerimizin geçerli olduğu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bence en güçlü adayı CHP Genel Başkanı. Şüphelerimiz geçerli derken, her ne kadar Sayın Erdoğan 14 Mayıs için ısrarcı görüntü veriyor olsa da, YSK hangi talimatlar doğrultusunda karar verecek, bilemiyoruz.

Akşener’in çıkışı Erdoğan’a yaradı mı? Sonrasında yarayacak mı?

Kısa vadede belki. Eğer Akşener bu çıkışı yapmasaydı, şu sıralarda depremi, depremin yarattığı beceri yoksunluklarını, ordunun geç müdahalesini, Kızılay’ı, AFAD’ı vs. tartışıyor olacaktık. Bütün bu tartışmaların da Erdoğan’a yaramayacağı açıktı. Peki bu tartışmalar bitti mi? Hayır, biraz gecikmeye uğradı, ama deprem bölgesindeki gerçeklik bütün çıplaklığı ile devam ettiği sürece asla bitmedi, bitmeyecek.

Peki sonrasında yarayacak mı? Diğer ifadesi ile seçim arifesinde olası Erdoğan – Akşener koalisyonu hem başkanlık, hem de parlamento seçimlerinde oy dengelerini ciddi oranda etkiler mi?

Öncelikle siyasette 1+1’in asla 2 etmediği gerçeğine dikkat çekelim. Yani muhtemel Erdoğan + Bahçeli oylarına yüzde 13, 14 seviyesinde olduğu iddia edilen Akşener oyları eklendiğinde Erdoğan’ın yeniden başkan seçileceği, parlamentoda da yeterli çoğunluğu elde edeceği algısının tamamen gerçek dışı olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Öncelikle yüzde 13, 14 seviyesindeki seçmen potansiyelinin yapısına biraz yakından bakmak gerekiyor.

Belki eski MHP kökenli ama MHP’nin AKP’ye bu kadar yakınlaşmasından rahatsız pek çok eski Ülkücü İyi Parti’de kendisine yer buldu. Peki sadece eski Ülkücüler mi? CHP’den rahatsız, CHP’ye ders vermek isteyen pek çok seçmen yok mu? Peki bu iki gurup seçmenlerin Erdoğan’a ve İyi Parti’ye ilk seçimlerde oy verecekleri düşünülebilir mi? Yine İyi Parti’yi bir çıkış yolu olarak gören merkez sağ seçmeni ne yapacağız? Aslında Akşener’in düne kadar olan en büyük başarısı siyasi yelpazedeki en büyük boşluk olan Merkez Sağ’ı giderek kendi bünyesinde toplayıp, sağ seküler seçmen için bir referans noktası haline gelmek değil miydi?

Dolayısı ile Sayın Akşener’in bu çıkışı bir tür siyasi intihar olarak düşünülebilir, bu çıkıştan başta kendisi olmak üzere temsil ettiği partisinin mantıki hiçbir yarar sağlamayacağı açıktır. Olası senaryoda İyi Parti’ye kaçan CHP oyları CHP’ye geri döner, merkez sağ oylar 5’li masada kendilerine yeni adres arar, AKP’den hoşnut olmayan ülkücü oylar da illaki yeni bir adres bulur.

Doğal olarak bir diğer olasılık da Sayın Akşener’in nadim olarak 6’lı masaya geri dönmesi. Hani bunca köşeli laflar söyleyip masayı dağıtmaya çalıştıktan sonra kolay mı?

Hadi diyelim ki siyaset onur, gurur falan tanımaz, gerçeklikler üstüne inşa edilir, vs. Ya da rahmetli Demirel’in söylemi ile siyasette 24 saat çok uzun bir süredir.

Doğal olarak dış gözlemci sıfatı ile bilemeyiz, her türlü spekülatif olasılığı bekleyebiliriz.

Diyelim ki Sayın Akşener’in dönmesinin önü açıldı, 5 siyasi lider farklı gerekçelerle bağırlarına taş basıp geri dönüşü kabullendiler.

Peki ya güven? Yaklaşık son bir yılda yazmaya çalıştığım bütün yazılarımda Türkiye’nin temel sorununun “güven sorunu” olduğunu yazdım. Bundan sonra Sayın Akşener’e güvenebilir misiniz?


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page 1, 2, 3, 4  Suivante
Page 1 sur 4

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.