318 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 318
Membre(s) : 0
Total :318

Administration


  Derniers Visiteurs

administrateu. : 21h10:34
murat_erpuyan : 21h12:58
SelimIII : 1 jour, 10h37:30
Salih_Bozok : 3 jours
cengiz-han : 4 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - Can Baydarol'dan mektuplar...
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

Can Baydarol'dan mektuplar...
Aller à la page Précédente  1, 2, 3, 4  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 11 Mar 2023 20:47    Sujet du message: Répondre en citant

Seçime Doğru

Can Baydarol



Türk iç politikasında çok hızlı günler yaşıyoruz.

Geçen hafta İyi Parti lideri Meral Akşener’in Altılı Masayı önce dağıtması, ardından geri dönmesi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı olması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 14 Mayıs’ı seçim tarihi olarak beyan etmesi ve YSK’nın seçim takvimini açıklaması geçtiğimiz haftanın ana gündem maddeleriydi.

Bütün bu gelişmeler yaşanırken, siyaset konularını yakından takip eden ve olgulara kuşkucu bakışı ile tanıdığım bir dostum, “ister misin, depremle geldiler, depremle gittiler!” diye bir parantez aralığında son 20 yılda yaşananları özetlemiş olalım diye yine kafamı karıştırdı.

Doğru ya, 1999 depreminin ardından yaşanan süreçle başlayan AKP iktidarı, dış yansımaları, vs. 2023 depremi ile birlikte sona erebilir. Şimdilik bütün göstergeler bu yönde.

Peki her şey Millet İttifakı için bu denli kolay olabilir mi?

Önce ilk algılara bakalım.

Meral Hanım masaya ya da Millet İttifakı’na geri dönmekle kalmadı, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları’nın adlarının da olası Cumhurbaşkanı yardımcıları olarak İttifak Protokolüne yazılmasını sağlayarak, İttifak adına daha da büyük bir oy konsolidasyonu gerçekleştirdi.
Henüz bu yeni durumla ilgili kamuoyu anketleri tam olarak gerçekleştirilmediği için bilemiyoruz.

Ama hemen iki çekincemizi belirtelim.

Son yazımızda anlatmaya çalışmıştık. Meral Hanım ittifaka geri dönse bile, ciddi bir güven sorunuyla karşı karşıya geldi. Kendisine duyulan bu tepkilere bağlı olarak geri döndüğü aşikar. Bu durum bütün İyi Parti oylarının ittifaka yazılması için ne kadar güvenilir?

İkinci olarak her ne kadar İttifak seçim protokolü 12 madde olarak düzenlenmiş olsa da, sayın Kılıçdaroğlu Saadet Partisi önünde yaptığı açıklamalarda, 12 yerine 11 maddeye işaret etti, İmamoğlu ve Yavaş’ın varlığını CHP önünde yaptığı açıklamalarda her iki belediye başkanını da yanına alarak ve ellerini havaya kaldırarak kabul etti. Kaldı ki 12. Madde iki belediye başkanının görev tanımlarını boşlukta bırakmış duruyor.

Her ne olursa olsun, ilk algı pozitif.

Öte yandan başta HDP olmak üzere diğer sol oluşumların da Kılıçdaroğlu’nun adaylığına pozitif bakmaları.

Özellikle HDP’nin seçime bağlı ödeneğinin Anayasa Mahkemesi tarafından serbest bırakılması önemli bir gelişme. İyi de 11 Nisan’a bırakılan karar duruşması, yani partinin kapatılıp kapatılmayacağı konusundaki kuşkuların bu tarihe kadar belirsizliğe itilmesinin sonuçları ne olabilir? Evet İyi Parti HDP ile temas halinde gözükmemek için her türlü diyalogdan uzak duracak ama Kemal Bey’in de HDP ile oturup konuşmasına karşı çıkmayacak, vs.
Bu durum mevcut Millet İttifak’ı oylarına HDP seçmeninin oylarının da katılmasını beraberinde getirirse, hani Kemal Bey’in ilk turda yüzde 60’lar seviyesinde bir oy almasını beraberinde getirir mi?

Her şey güllük gülistanlık derken ister istemez karşı cepheyi düşünmemek mümkün mü?

Özellikle Bahçeli’nin Bursaspor taraftarının yaptığı gösteriyi destekleyen açıklamaları yeterince mide bulandırıcı değil mi? Ciddi anlamda insanlığa karşı suç mahiyetindeki açıklamaları yapmakta beis duymayan Sayın Bahçeli’nin seçimlerin kaybedilmesi halinde yargı sürecinden kaçamayacağı açık değil mi?

Kılıçdaroğlu başta olmak üzere çeşitli siyasi suikast ihbarlarının havada uçuşması yeterince mide bulandırıcı ve dikkate alınması gerekiyor. Unutmayalım son 20 yılda paranın trafiği çok fazla yer değiştirdi ve olası iktidar değişikliği bu trafiğin işine gelmeyecek. Hatta bu bağlamda Ortodoks para politikalarından heterodoks para politikasına geçerek enflasyonu azdırmanın da bilinçli olarak bir kaynak transferi sağladığını araştırmanın da vaktidir.

Öte yandan seçimlerin Ramazan ayının hemen ardından yapılacağını da dikkate almak da yarar var. Bir ay boyunca bütün uhrevi duyguların sonuna kadar sömürüleceğinin açık işaretleri şimdiden gelmeye başladı. Erdoğan’a oy vermenin öteki dünyada karşılık bulacağını söyleyen siyasi kimliklere bakınca, cennetten yer satan ortaçağ Vatikan temsilcilerini görür gibi oluyorum. Etkileri yok mu? Maalesef var.

Peki dış dünya bu seçimlerde etkili olmayacak mı?

Şüphesiz olacak. Özellikle Erdoğan’ı destekleyen Putin Rusya’sı ile Batı Dünyası karşı karşıya gelecek. Hoş Batı’nın kimi destekleyeceği konusundaki spekülasyonlar da eksik değil.

Doğal olarak bu yazıyı Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine kurguladım. Ama unutmayalım, önemi hiç de azımsanmayacak olan TBMM seçimleri de eş zamanlı yapılacak. Umalım Millet İttifakında bir fay hattı kırığı bu seçim vesilesiyle oluşmaz. Bu konuyu daha sonraki yazılarda ayrıntılandırmak üzere kalın sağlıcakla…



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 23 Mar 2023 17:52    Sujet du message: Répondre en citant

Panik ve Rehavet

Can Baydarol




Öncelikle benden daha fazla yazmamı bekleyen dostlara küçük bir özür borcum var. Malum sağlık sorunlarım nedeniyle vaktimin ciddi bir bölümünü dinlenmeye ayırıyorum, o yüzden klavye başına geçmek kolay olmuyor.
Daha ciddi konulara gelirsek, malum seçime 60 günden az kala, görüntüler giderek daha netleşmeye başladı.

Öncelikle iktidar cephesindeki panik havasına yakından bakmaya çalışalım.
Erdoğan’ın çok istediği Kemal Bey’in Cumhurbaşkanlığı adaylığının açıklanmasından en azından şimdilik çok hoşnut olunmadığı açık. Daha Yeşil Sol Parti (HDP’nin kapatılması ihtimaline karşı HDP eş başkanı Mithat Sancar YSP bünyesinde seçim ittifakına gideceklerini açıkladı) Cumhurbaşkanı adayı çıkarmayacaklarını açıklamadan önce, Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ın önünde yer aldığını gösteren kamuoyu anketlerine bu yeni durum da eklenince, iktidar cephesinde ciddi bir panik havasının oluştuğu kesin.

Ufak tefek oyları kendi cephelerinde konsolide edebilmek için yapılan üç hamlenin de ciddi bir fiyasko ile neticelendiğini hep beraber izledik.
Önce Yeniden Refah Partisi’nin talepleri ve olası ittifakı reddi, Erbakan’ın kendi Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklaması hem ciddi prestij kaybına, hem de getirilen taleplerin kadın haklarını neredeyse yok sayma noktasına kadar öne çıkması, AKP içindeki rahatsızlıkları da ortaya çıkardı. Hani içinde yaşadığımız çağda kadının bu denli yok sayılması ne kadar kabul edilebilir? Bu tür önerileri olan bir partiye hangi kadın oy verir bir başka tartışma konusu…

İkinci hamle eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in yeni dönemde tekrar iş başına getirileceği algısının ortaya atılmasıydı. Şimşek’in tekrar göreve çağrılması pek çok açıdan değerlendirmelere yol açar mahiyetteydi. Öncelikle ve özellikle piyasalara güvenin yeniden kazanılması, yabancı sermayenin tekrar Türkiye’ye yöneleceği algısının ön plana çıkartılması, kısaca kaybedilen güvenin tekrar kazanılacağı mesajının verilmesi ön plana çıkıyordu. Ama eş zamanlı olarak izlenilen ekonomi politikanın ne kadar hatalı olduğunun da itirafı niteliğindeydi. Bu görünüm altında görüşme gerçekleşti, Mehmet Şimşek kameraların önüne geçip mutlu beraberliği müjdelemektense, arka kapıdan sessizce mekanı terk etmeyi yeğledi.
Üçüncü hamle ise Hüda-Par ile seçim ittifakına gidilmesi. Evet Yeşil Sol Parti’nin Güney Doğu’da özellikle Kılıçdaroğlu’na kazandıracağı oylara karşı en azından muhafazakar Kürt oylarının Cumhur İttifakına kaydırılması için bir çözüm gibi gözükebilir. Ancak getirisi ile götürüsü oldukça fazla tartışmaya açık. Gaffar Okan cinayetinin sanıkları kimdi sorusu ile başlayan, kadın konusunda Yeniden Refah Partisinden çok da farklı düşünmeyen, laiklikten nefret eden hatta Türk bayrağına tahammülü olmayan bir partiyle ittifaka girmek Cumhur İttifakında yeni çatlaklara yol açmaz mı? En azından HDP’yi PKK ile eşitleyen Sayın Bahçeli’nin pozisyonu ciddi merak konusu. Hani sükut ikrardan gelir desek ne kadar haklı oluruz bilemiyoruz.

Evet iktidar cephesinde ciddi bir panik havası ve panik haline bağlı bir dizi yanlış adımı izliyoruz. Doğal olarak bu paniğin arka perdesinde kötü ekonomi yönetimi olduğu kadar, deprem felaketindeki beceri yoksunluklarının ortaya çıkması da büyük önem taşıyor. Geçen günlerde bir arkadaşım 1999 depremine referans yaparak “depremle geldiler, depremle gidecekler!” dedi. Haklı olabilir.

Peki muhalefet cephesi dişe dokunur bir şey yapıyor mu?

Görünürde çok fazla bir şey şimdilik yok.

En büyük korkum mevcut gidişe bakarak rehavete kapılması. Bu endişemi paylaştığım dostlarım, biraz bekle, daha işin başındayız diyorlar. Hani işin başı demek için biraz geç dediğim zaman da bana çok kızıyorlar. Umarım bu rehavet meselesinde yanılıyorum.

Hani neredeyse bütün yazılarımı enseyi karartmayalım diye bitiririm. 15 Mayıs sabahı enseyi karartmama konusunda hepimizin mutabık kalacağı bir Türkiye’ye uyanmak için biraz dişimizi sıkmanın vaktidir.





Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 13 Avr 2023 18:51    Sujet du message: Répondre en citant

Yeni, yine, yeniden AB mi?

Can Baydarol



Şunun şurasında Türkiye’nin belki de önümüzdeki yüz yıllık dönem için kaderinin belirlenmesine yaklaşım bir ay kaldı. Hani kader kelimesini pek sevmemekle birlikte, olguyu ifade edecek daha iyi bir sözcük bulmakta güçlük çektiğim aşikar.

Değerli dostum, genel gerçekçiliği içinde biraz karamsar emekli büyükelçi Selim Kuneralp’in Serbestiyet’de yayınlanan son yazısını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Kuneralp 1789 Fransız devriminden başlayarak tarihi perspektif içinde hiçbir otoriter rejimin iktidarı kolay kolay teslim etmediğinin, bu devir teslim için demokrasinin tek başına yeterli olmadığının altını çizdikten sonra, bunun tek istisnasının 14 Mayıs 1950 seçimleri olduğunu öne sürüyor. 14 Mayıs 2023 seçimlerinin de bu mucizenin tekrarı için umutlanıp umutlanamayacağımızı sorguluyor.

Benim naif kişiliğimi okurlarım bilir. Umutlarımızı yitirdiğimiz noktada yaşamanın ne anlamı var? Tek cümleyle ben ihtiyatlı bir iyimserlik içinde umutlarımı canlı tutuyorum.

Yine okurlarım hatırlayabilirler, yaklaşık bir buçuk yıldır iki ana konunun altını çizmeye çalışıyorum.

Birincisi Türkiye’nin temel sorununun “öngörülebilir ülke” olmaktan çıkması. İzlediği dış politika çizgisi başta olmak üzere, ne olduğu anlaşılamayan ekonomi politikaları yüzünden sermaye girişleri yerine, sermaye kaçışlarına neden olması.

İkinci büyük sorun aslında birincisi ile birebir bağlantılı olan AB ile ilişkilerin giderek dayanılmaz hafifliğe yelken açması.

AKP yönetiminin ilk 10 yılında başarılı görülmesinin arka planında 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılan tam üyelik müzakerelerinin yattığı inkar edilebilir mi? Tam üyelik müzakerelerine başlayan bir ülkenin 1993 Kopenhag kriterlerine sıkı sıkıya bağlı kalacağı, dolayısı ile öngörülebilirliğinin mutlak olacağı gerçeği ile Türkiye’nin yatırımcılar için cazibesi yüksek ülke pozisyonuna geldiği açıktı.

AB kanadından gelen başta Sarkozy Fransa’sının ve Merkel Almanya’sının “biz iktidarda olduğumuz sürece Türkiye için tam üyelik hayaldir!” açıklamaları ne yazık ki ülkemizin “Kopenhag kriterleri” yerine ne olduğu başta anlaşılamayan “Ankara kriterlerine” sapmasına ve bugün eleştirdiğimiz otoriter tek adam rejiminin yerleşmesine yol açtı. Diğer ifadesi ile AB’nin tam üyelik müzakerelerinin temel stratejisi olan “sopa/havuç” politikası ortada havuç kalmayınca iflas etti.

Yine beni takip eden okurlarımın hatırlayacağı üzere 24 Şubat 2022 Rusya Ukrayna savaşının başlamasından bu yana, Türkiye’nin AB için artan stratejik önemini tekrar tekrar yazmaya çalıştım. Bu görüntü altında Türkiye AB ilişkilerinin özellikle tam üyelik perspektifinde yeniden canlandırılmasının sadece Türkiye’nin çıkarları için değil, AB’nin çıkarları için de elzem olduğunun altını çizme çabasını gösterdim. Bu gerçeği ifade etmeye çalıştığımız her seferinde Brüksel’den gelen yanıt, “hele bir seçim sonuçlarını görelim, sonrasına bakarız!” şeklinde oldu. Diğer ifadesi ile Brüksel Erdoğan’ın seçimlerde kullanabileceği bir kozu vermemekte ısrarcı oldu.

Evet 14 Mayıs seçimlerinin ardından Brüksel’in yeni yaklaşımını merakla bekliyoruz. Bu yeni yaklaşım hem Türkiye’nin hem de AB’nin önümüzdeki yüzyılda kaderini belirleyecek önemde olabilir.

Millet ittifakına dönecek olursak.

CHP yetkililerinin AB ile ilişkilerin önemine atfen söyledikleri, AB konusunda tarihi çekinceleri olan CHP’den AB ile ilişkilerin önemini idrak eden bir CHP’ye mi gidiliyor sorusunu sormamıza ve umutlarımızın biraz daha artmasına yol açıyor. İfade edildiği şekliyle AB Bakanlığı’nın tekrar tesisi çok önemli somut bir adım olacaktır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yurt dışından temin edeceğini ifade ettiği 300 milyar doların Türkiye’ye gelişinin önünü açacak olan girişimlerin temelindeki bu hamle ilk ve çok önemli kategoride düşünülmelidir.

Bu yazıyı sonlandırmadan önce belirtmem gerekirse Sadullah Ergin’in CHP listesinden millet vekili adayı gösterilmesi benim de içime sinmiyor. Ancak bu seçimin sindirim sistemimizle ilgisi yok. Kullanacağımız oylar kendi sübjektif tercihlerimiz için değil, çocuklarımızın geleceği için olacak.

Umarım 15 Mayıs sabahı güneşli bir bahar gününe uyanırız.




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 22 Avr 2023 15:25    Sujet du message: Répondre en citant

TOGGcu musun? Soğancı mı?

Can Baydarol


Öncelikle herkesin çifte bayramı kutlu olsun. Umarım esas bayramı 15 Mayıs sabahı kutlarız.

Gelelim TOGG, soğan meselesine.

1997-2000 yılları arasında Otomotiv Sanayi Derneği’nde (OSD) Avrupa koordinatörü olarak görev yaptım. Esas işlevim sektörü gümrük birliği sürecine hazırlamaktı. Malumunuz gümrük birliğine en muhalif sektör otomotiv sektörüydü. Neden sorusu sorulduğunda kısaca “rekabet şansımız yok!” cevabı çıkıyordu. Yeni bir aracın uluslararası platformda rekabet edebilecek şekilde üretilmesi fikrine sektörün ileri gelenleri “sen ne dediğinin farkında mısın?” sorusunu yöneltiyorlardı.

Evet, o günün koşullarında sıfırdan yeni bir araba üretmenin anlamı, teker dönene kadar 6 yıllık bir bekleme süresi ve harcanacak 6 milyar ABD dolarıydı. Diyelim ki parayı ve zamanı buldunuz, karşınıza ölçek ekonomisi gerçeği çıkıyordu. Yatırdığınız parayı 4 yılda çıkarmak için yılda 100 bin araç satmanız, mevcut aracı makyajlayarak ikinci 4 yıllık süreçte elde edeceğiniz karla bir sonraki modelin yatırımına hazırlanmanız oyunun kuralı gereği idi.

Bir başarı öyküsü olarak karşımızda duran Güney Kore modeli ise gümrük birliği koşullarında imkansızdı. Güney Kore sert polisiye tedbirler ve yabancı araçlara çok yüksek gümrük vergileri uygulayarak kendi otomotiv sektörünü korumuş, ülke içinde ölçek ekonomisini yakalayabilmişti.

Bu görünüm sektörün neden gümrük birliğine karşı çıktığını anlamaya yeterliydi.

Peki karşı çıkışın gümrük birliğini engelleme şansı var mıydı?

Kesinlikle yoktu. Her ne kadar dönemin Başbakanı Tansu Çiller “gümrük birliği hakkımızdır, hakkımızı alacağız!” diye yüksek perdeden konuşuyorduysa, karşımızdaki gerçek gümrük birliğinin o sıradaki yapısıyla GATT’a (General Agreement on Tariff and Trade/ Tarifeler ve Ticaret üstüne Genel Ahlaşma), günümüzdeki kurumsallaşmış haliyle Dünya Ticaret Örgütüne konsolide edilmiş bir yükümlülüktü. Kaynağını 1963 Türkiye ile AET arasında bir ortaklık ilişkisi tesis eden Ankara Anlaşmasından alan bu yükümlülükten kaçınmak, hem bir daha geri gelmemek üzere AB ile tam üyelik beklentisinden tamamen caymak, hem de 1 Ocak 1973’den başlayarak üçüncü ülkeler aleyhine ticareti saptırıcı etki yaratıldığından ciddi tazminat yükümlülüğü ile karşılaşmak anlamına geliyordu.

Peki ardından ne oldu?

Strateji değişiklikleri sonucunda ana üretici firmalar Türkiye’de bütün dünyaya pazarlanabilecek yeni araçları üretmeye ikna edildiler ve Türkiye’deki otomotiv sanayii gümrük birliğinden en fazla yararlanan ve destekçisi olan sektör haline dönüştü.

Gelelim TOGG’a.

Sorulması gereken öncelikli soru, TOGG’un ölçek ekonomisini yakalama şansı var mı? Yurt içinde yakalama şansı bence mevcut koşullarda yok. Gumruk birliği kuralları gereği herhangi koruyucu bir önlem uygulayamazsınız. TOGG’u teşvik için vergi indirimi yapalım diyemezsiniz, kurallar gereği aynı motor hacmindeki araçlar için aynı seviyede iç vergi uygulamak zorundasınız.
Ölçek ekonomisini yurt dışından gelen taleple yakalarız diye düşünüyorsanız, kısa ve orta vadede böyle bir olasılığın da pek bir geçerliliği yok.

Gelelim soğana.

Ortodoks para politikalarından sapıp öngörülemez politikalara geçişle birlikte çığrından çıkan enflasyonist ortamın orta sınıfları giderek yok ettiği, alt sınıfların da açlığa mahkum hale geldiğinin simgesi soğan oldu. Fakirin temel gıdası diye bildiğimiz soğan doğal olarak muhalefetin sürekli vurgu yaptığı bir malzeme oldu.

OSD’de çalışırken önemli bir önyargımdan kurtulmuştum. Sektöre giriş yaparken “kapitalistlerin ve sağcıların dünyasına giriş yapıyorum” diye düşünmüş, birkaç gün sonra kendi yargımı değiştirmiştim. Evet girdiğim yer kapitalistlerin dünyasıydı ama, kendi çıkarları gereği sosyal demokrasiyi benimseyenlerin arasındaydım. Gelir adaleti ne kadar çok sağlanırsa, o kadar çok araba satmak ve dolayısı ile ölçek ekonomisini tutturmak mümkün oluyordu.

Günümüz ifadesiyle soğan bütün mutfaklara girmediği, orta sınıf güçlü hale gelmediği ortamda maalesef TOGG’un fazla şansı olmaz.

Umarım hem TOGG başarılı olur hem de soğan alırken düşünmeye mahal kalmaz…



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 12 Mai 2023 19:00    Sujet du message: Répondre en citant

Başkanlık seçimi ikinci tura kalmamalı

Can Baydarol



Erzurum’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve Cumhurbaşkanı yardımcılığına aday olan İmamoğlu ile kendisini izleyenlere yapılan saldırıyı telin ederken, Cumhurbaşkanlığı seçiminin neden ikinci tura kalmaması gerektiğinin anlaşılabilir hale geldiğinin de ortaya çıktığı düşüncesindeyim.

Millet ittifakının propaganda sürecinde tercih ettiği pozitif dile karşı ne yazık ki Cumhur ittifakı tamamen negatif, kışkırtıcı bir ifade biçimini tercih ediyor. Bu nefret söylemine varan durum ne yazık ki seçmenleri etkiliyor, şiddet olaylarına Erzurum’da olduğu gibi yol açabiliyor ya da seçim süreci tamamlana kadar potansiyel şiddet algısını güçlendiriyor.

Eğer 14 Mayıs Pazar günü Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura yani 28 Mayıs’a sarkarsa ne olur sorusu korkuların tırmanacağı yeni bir sürece işaret ediyor.

İktidarı kesinlikle elinde tutmaktan asla vazgeçmeyeceği belli olan Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na karşı propaganda dilini sertleştirmeye devam edeceği ortada. Peki bu söylem devam edeceğine göre yeni provokasyonların olmayacağını kim iddia edebilir?

İşin şiddet cephesini bırakıp ekonomiye göz atarsak.

Sonucu belli olmayan 15 günlük süreçte Türk ekonomisinin daha da kırılgan hale geleceği kesin gibi. Aslında kaybedilen her gün kırılganlığın tırmanması anlamına geliyor. Doğru mantık içinde yapılması gerekenler belli, ancak mantığın tersine hareket etmeyi bir beceri sayan mevcut yönetimin işbaşında kalma ısrarı her geçen gün güven erozyonunun daha da artması anlamına gelecek.

Bu satırları yazarken daha fazla kabus senaryosu üretmek istemiyorum.
Gelelim 14 Mayıs seçiminden beklentilerime.

Erzurum şiddeti ve nefret söylemi, anladığım kadarıyla Cumhur ittifakına yaramadı. Kararsız seçmenin Kılıçdaroğlu lehine konsolide olmasına yol açtı. Kamuoyu araştırmaları için yasak dönemi başladığı için yeni rakamlara ulaşamıyoruz. Ama aldığımız duyumlar bu yönde…

İkinci olarak sandığa küsmüş olan aşırı sol olarak değerlendirebileceğimiz bazı çevreler iki nedenden ötürü bu kez oy kullanacaklarını beyan ediyorlar. Birincisi hemen yukarıda ifade etmeye çalıştığımız şiddet ve öfke dili, ikincisi ise Türkiye İşçi Partisini desteklemek. Bu bağlamda gençlerden de önemli orada destek bulan TİP tahminin ötesinde milletvekili çıkarabilir. Bu Millet ittifakı için kötü haber gibi gözükse de, Kılıçdaroğlu’nun oy oranının artması anlamına geldiği ölçüde iyi haber olarak da nitelendirilebilir.

Gelelim bir bölene, yani Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması ihtimalinin ortaya çıkmasına yol açan İnce’ye.

Bizdeki algının aksine, politika kamu yararına hizmet için yapılan bir uğraş, bu uğraş için seçilmiş kişiler ise kamu hizmetkarlarıdır. Propaganda sürecinde iktidardan ziyade yüksek sesle muhalefete muhalefet yapan İnce’yi ben kamu yararı kavramının bir yerine oturtamıyorum.

Bu arada her gün meteoroloji verilerine bakıyorum.

15 Mayıs güneşli bir gün olacakmış.

Umarım öyle olsun.




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 28 Mai 2023 1:55    Sujet du message: Répondre en citant

İkinci tur

Can Baydarol



Doğrusunu söylemek gerekirse, 15 Mayıs sabahından bu yana pek çoğumuzun ruh halinin yerinde olmadığı açık. Buna doğal olarak ben de dahilim. Bilgisayarı açıp birkaç satırı sayfaya dökmek bir türlü içimden geçmedi.

Sonrasında arkadaşlarımdan uyarı geldi. Küskünlüğe, vazgeçmeye yer yok, devam etmek zorundasın dediler. Tamam, küsmüyorum, bazı gözlemlerimi paylaşmak için tekrar bilgisayarımın başındayım.

Önce seçim gününden bir tanıklık ettiğim iki küçük gözlem.

Oy verdiğim ve müşahit olarak görev yaptığım sandık, bir ilkokulun 4. katındaydı. Yaş kemale erdiği için asansör kullanmama müsamaha gösterdiler. Karadenizli yaşlıca bir hanım torunuyla birlikte benle aynı kata çıkmak üzere asansöre bindi. Belli ki kendi dünya görüşünü benle paylaşma arzusu içinde. Şimdi tam olarak hatırlamadığım Karadeniz şivesi ile: “Bizimkiler çalıştı yaptı, bunların derdi hazıra konup yemek!” ifadesini kullandı. Doğal olarak cevap vermek için zaman kısıtı nedeniyle baş sallayıp katta indim.

Seçim sonuçlandı, oy sayımına geçildi. Bütün okulda Erdoğan/Kılıçdaroğlu oy oranı yüzde 55’e 45 Erdoğan lehineydi. Bu oranları gören AKP gözlemcisi: “Tebrik ederim, kazandınız” dedi ve ekledi: “bu ekonominin içinden çıkamayacağı için Kemal Bey kaçacak delik arar!” Kemal Bey’in kaçacak delik aramasını bir yana bırakıp: “Hayrola neden kazandık?” diye sorunca, “Önceki seçimlerde bu oran yüzde 87’ye 13 çıkardı, burası Erdoğan’ın eski mahallesi” dedi. Sonuçta umutlanmak, enseyi karartmamak için bu açıklamanın önemli bir veri olduğunu düşünüyorum.

Gelelim 28 Mayıs seçimine.

Erdoğan kazanır, Kılıçdaroğlu kaybederse ne olur?

Galiba kaçacak deliği arayan Erdoğan olur.

Birinci tur öncesi yapılan kamuoyu anketlerinde Kılıçdaroğlu önde gösterilince Türk CDS puanı, diğer ifadesiyle ülkemizin borçlanma riski 500 puanın altına gerilemişti ama seçim sonuçlarında Erdoğan önde çıkınca 700 puanın üstüne çıktı. Diğer ifadesi ile bundan önceki pek çok yazımda da belirttiğim gibi Erdoğan’ın ekonomi yönetimine ve dış politikasına duyulan güvensizlik tavan yaptı. Eğer Erdoğan tekrar seçilirse bu güven eksikliği nedeniyle ekonomimizin daha da kötü hale gelmesi ve iflas noktasına sürüklenmemiz kaçınılmaz olabilir.

Erdoğan beceriklidir, bir çıkış yolu bulur diyenlerdenseniz, ne yazık ki meşru kabul edilen yollarla pek bir çıkış gözükmüyor. Gayrı meşru mu dediniz? Zaten gri listede olan ülkemizin kara listeye alınmasını düşünmek bile istemiyorum.

Peki Kılıçdaroğlu nasıl kazanabilir?

Öncelikle Oğan’a giden oylar meselesi var. Bu yazı yazılırken Oğan henüz kararını açıklamamış, Ata ittifakı da ittifakın sonlandığını beyan etmişti. Açıklama ne olursa olsun, Oğan’a giden oylar konsolide değil. Dolayısı ile Oğan’ın hareket tarzına göre seçimin adaylardan birinin ya da diğerinin lehine sonuçlanacağı söylenemez. Bu durumda esas belirleyici olacak olan, birinci turdaki geçersiz oylar ve seçime katılma zahmeti göstermeyenler. Oylar ne kadar doğru kullanılırsa ve katılım ne kadar yükseltilebilirse Kılıçdaroğlu’nun şansı o kadar artar.

Son olarak özellikle İstanbul ve Ankara Belediye seçimleriyle son seçimde alınan oylar karşılaştırıldığında, bu iki büyük şehirde özel bir çalışmanın yapılması gerektiği de ortadadır.

Bir de Kılıçdaroğlu’nun söylem değişikliğine dikkat etmek gerekir.

Doğrusu seküler milliyetçi oyları çekmeye yarayacağı düşünülen bu söylemin Kürt oylarını kaybettirme riski var. Bu söylemin hafifletilmesi için AB tam üyeliğinin esas hedef olacağı tekrar tekrar söylenmeli. Eğer hedef AB tam üyeliği ise, 1993 Kopenhag siyasi kriterlerinin olmazsa olmazlarından bir tanesi hukukun üstünlüğüne saygı, bu saygının ayrılmaz parçası da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına iç hukukun üstünde yer vermektir. Dolayısı ile Demirtaş ve Kavala’nın tutukluluk halleri kendiliğinden son bulacaktır.

Umarım haftaya Pazartesi ensemiz fazla kararmaz.

Umutla kalın…



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 10 Juin 2023 3:02    Sujet du message: Répondre en citant

Vize sorunu nasıl çözülür?

Can Baydarol

l
Cumhurbaşkanlığı seçimleri nihayet bitti. Kendime verdiğim birkaç günlük izinin ardından, kendimi yoğun bir Schengen vizesi hakkındaki soru trafiği içinde buldum. Uzun randevu süreleri, uzun bekleyişlerin ardından başvurunun reddi, harcanan paraların geri iade edilmemesi başlıca sorunlar olarak işaret ediliyor.

Gelin bu konulara biraz daha yakından bakalım ve karşı tarafın gerekçelerini anlamaya çalışalım.

“Pandemiden ötürü çalıştıracak çok fazla eleman bulmakta sıkıntı çekiyoruz” bahanesini bir yana bırakırsak, 4 temel gerçekle karşı karşıyayız.

1. “Sınır kontrolünüz yok, çok fazla 3. ülke vatandaşı ülkenize giriş yapıyor, bunlarda kaçak yollarla AB ülkelerine girip mülteci statüsü kazanmak istiyor.”

Bu insanların vize diye bir başvurusu zaten olamaz, adı üstünde kaçak yollarla AB topraklarına giriş yapıyorlar. Öte yandan Türkiye ile AB arasında geri kabul anlaşması var. Bu noktada geri kabul anlaşmasının çalışamadığını da kabul etmek gerekir. Öncelikle mülteci olmak isteyenlerin sayısı son yıllarda geometrik bir artış gösteriyor, her durum kendi özgün koşulları altında değerlendirilmek zorunda; ayrıca bir diğer sorun da Türkiye’nin hibrid demokrasi liginde neredeyse küme düşmeye yakın, alt sıralara gerilemesi. Demokrasi, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygılı devlet algısı yara aldığı oranda geri iade söz konusu olamıyor.

2. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını çok ucuzlattınız. 3. ülkelerden gelip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanların esas niyetleri Türk pasaportu alıp, AB ülkelerine gitmek.”

Bu doğrultuda maalesef Türk pasaportu ile AB ülkelerinde yakalanan, Türkçe bilmeyen kriminal kişilere rastlanabiliyor. Bu algı doğrudan vize kuyruklarının daha da uzamasına, incelemelerin daha hassas yapılmasına neden olabiliyor. Vize için istenen belgelerin daha da artması cabası.

3. “Ekonominiz kötü gittikçe, özellikle gençler arasında kapağı Avrupa’ya atma fikri gelişiyor.”

Doğrudur, Türkiye’deki genç işsizliğinin vardığı boyutlar, üniversite diplomasının iş bulmakta pek işe yaramaması, geleceğe yönelik ön plana çıkan karamsarlık duyguları özellikle gençler arasında böyle bir istence yol açıyor. Hoş sırf gençler değil, hani ileri yaşlarda bile benzeri arayışlar olabiliyor.

Yukarıdaki gerekçe de dahil olmak üzere, başvurulara ret cevabının gerekçesi “bu şahıs AB’ye giriş yaptıktan sonra geri dönmeyebilir!” şeklinde oluyor. Ret oranı ise neredeyse yüzde 50 seviyesini bulmuş durumda.

4. Teknik engeller çıkarma gizli niyeti

1/95 sayılı Türkiye ile AT arasında gümrük birliğini tesis eden Ortaklık Konseyi kararı uyarınca ticareti kısıtlayıcı nitelikte teknik engeller çıkarmak yasaklanmıştır. AB ülkelerindeki partnerleri ile iş yapan iş insanlarının ya da mal taşıyarak tedarik zincirinin oluşmasına imkan tanıyan nakliye sektörü çalışanlarının sürekli olarak vize engeli ile karşı karşıya gelmesi tam olarak yasaklanan teknik engel kapsamına girmektedir.

Bütün bu verilerin ışığında yapılabilir ve yapılamaz olanları şu şekilde sıralamak olası gözüküyor.

- Türkiye’nin hızlı bir şekilde kendi sınırlarını koruma yoluna gitmesi, kaçak göçün önlenmesi için olmazsa olmazların başında geliyor. Yapılabilir mi? Tartışılır.

- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının çok daha zor hale getirilmesi, vatandaşlık talebinde bulunanların sadece paralı bir mülk edinmesinin ötesinde kurallara bağlanması bir diğer olmazsa olmaz. Yapılabilir mi? İstenirse evet.

- Türk ekonomisinin hızla düzeltilmesi. Bakan Şimşek’in göreve gelmesi ekonomi politikalarında tekrar ortodoks bir anlayışa dönüleceğinin sinyali niteliğinde. Karamsarlığın biraz daha azalacağı kesin. Yeterli mi? Uygulamalara bakıp göreceğiz. Kaybolan güven hızla tekrar tesis edilir mi? Çok kolay değil, çünkü mesele sadece ekonomi ile sınırlı değil. Ülkemizin hızla hibrid rejim algısından çıkıp, demokrasi ve insan haklarının güvence altında olduğu hukukun üstünlüğüne saygılı devlet seviyesine yükselmesi gerekiyor. Bugünün koşullarında kolay mı? Fazlasıyla tartışılır.

- Uluslararası ilişkilerde en fazla başvurulabilecek yolların başında “mütekabiliyet” gelir. Vize meselesi ile ilgili olarak mütekabiliyet uygulayabilir miyiz? Diğer ifadesi ile bütün AB ülkeleri vatandaşlarına Türkiye’ye girişlerinde vize alma zorunluluğu getirebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Özellikle dövize bu kadar muhtaç halde, Türkiye’ye gelen her turiste veli nimet muamelesi yaparken maalesef hayır.

- Peki bazı istisnai haller için mütekabiliyete başvurabilir miyiz? Örneğin taşımacılık sektöründü TIR şoförleri için vize zorunluluğu getirebilir miyiz? Bence evet. Hele önümüzde Scengen vizesi olan TIR şoförlerine bir de Bulgar vizesi zorunluluğu getiren Bulgaristan’a karşı, mutlaka! Bu tür zorlamalar tedarik zincirinin bozulmasına yol açacağı oranda AB’nin çıkarlarına aykırı olacak ve Türkiye’ye karşı uygulanan vize politikasının tekrar gözden geçirilmesine neden olacaktır.

- Gümrük birliği kurallarının ihlali nedeniyle Avrupa Adalet Divanı’na dava açma imkanını tartışmamız da bir başka olgu olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle TOBB, İKV, TÜSİAD başta olmak üzere uğradıkları zararları kanıtlayarak bu yola başvurabilirler.

- Nihayet toptan bir çözüm imkanı var mı? Malum Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Schengen vizesinin kaldırılması için müzakerelere 2015 yılında başlanmış, getirilen kriterlerde büyük yol alınmış, iş anti terör yasasının değiştirilmesi konusunda tıkanmıştı. Bu yasa değiştirilebilir mi? Bunca “beka” meselesinin siyasetin gündemini belirlediği bir ortamda pek olası gözükmüyor. İstenen değişiklik yapılsa bile mutlak serbesti tanınır mı? Günümüz koşullarında bu durum da pek olası değil. Belki zamanında sayın Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı sırasında “ya hep ya hiç” mantığı ile ıskaladığı kontrollü serbestleştirme müzakerelerine dönüş yapılabilir.
Bütün bunları söyledikten sonra, AB ülkelerinin Türkiye’deki konsolosluklarını Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından aldıkları vize ücretleri ile finanse etmekte olmalarının da hiçbir mantıkla bağdaşmadığını da ifade etmek gerekir. Özellikle ret cevabı verdikleri vatandaşlarımızdan tahsil ettikleri ücretleri geri iade etmemeleri de ayrı bir tartışma konusudur.




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 11 Juin 2023 3:06    Sujet du message: Répondre en citant

Vize sorunu nasıl çözülür?

Can Baydarol



Cumhurbaşkanlığı seçimleri nihayet bitti. Kendime verdiğim birkaç günlük izinin ardından, kendimi yoğun bir Schengen vizesi hakkındaki soru trafiği içinde buldum. Uzun randevu süreleri, uzun bekleyişlerin ardından başvurunun reddi, harcanan paraların geri iade edilmemesi başlıca sorunlar olarak işaret ediliyor.

Gelin bu konulara biraz daha yakından bakalım ve karşı tarafın gerekçelerini anlamaya çalışalım.

“Pandemiden ötürü çalıştıracak çok fazla eleman bulmakta sıkıntı çekiyoruz” bahanesini bir yana bırakırsak, 4 temel gerçekle karşı karşıyayız.

1. “Sınır kontrolünüz yok, çok fazla 3. ülke vatandaşı ülkenize giriş yapıyor, bunlarda kaçak yollarla AB ülkelerine girip mülteci statüsü kazanmak istiyor.”

Bu insanların vize diye bir başvurusu zaten olamaz, adı üstünde kaçak yollarla AB topraklarına giriş yapıyorlar. Öte yandan Türkiye ile AB arasında geri kabul anlaşması var. Bu noktada geri kabul anlaşmasının çalışamadığını da kabul etmek gerekir. Öncelikle mülteci olmak isteyenlerin sayısı son yıllarda geometrik bir artış gösteriyor, her durum kendi özgün koşulları altında değerlendirilmek zorunda; ayrıca bir diğer sorun da Türkiye’nin hibrid demokrasi liginde neredeyse küme düşmeye yakın, alt sıralara gerilemesi. Demokrasi, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygılı devlet algısı yara aldığı oranda geri iade söz konusu olamıyor.

2. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını çok ucuzlattınız. 3. ülkelerden gelip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanların esas niyetleri Türk pasaportu alıp, AB ülkelerine gitmek.”

Bu doğrultuda maalesef Türk pasaportu ile AB ülkelerinde yakalanan, Türkçe bilmeyen kriminal kişilere rastlanabiliyor. Bu algı doğrudan vize kuyruklarının daha da uzamasına, incelemelerin daha hassas yapılmasına neden olabiliyor. Vize için istenen belgelerin daha da artması cabası.

3. “Ekonominiz kötü gittikçe, özellikle gençler arasında kapağı Avrupa’ya atma fikri gelişiyor.”

Doğrudur, Türkiye’deki genç işsizliğinin vardığı boyutlar, üniversite diplomasının iş bulmakta pek işe yaramaması, geleceğe yönelik ön plana çıkan karamsarlık duyguları özellikle gençler arasında böyle bir istence yol açıyor. Hoş sırf gençler değil, hani ileri yaşlarda bile benzeri arayışlar olabiliyor.

Yukarıdaki gerekçe de dahil olmak üzere, başvurulara ret cevabının gerekçesi “bu şahıs AB’ye giriş yaptıktan sonra geri dönmeyebilir!” şeklinde oluyor. Ret oranı ise neredeyse yüzde 50 seviyesini bulmuş durumda.

4. Teknik engeller çıkarma gizli niyeti

1/95 sayılı Türkiye ile AT arasında gümrük birliğini tesis eden Ortaklık Konseyi kararı uyarınca ticareti kısıtlayıcı nitelikte teknik engeller çıkarmak yasaklanmıştır. AB ülkelerindeki partnerleri ile iş yapan iş insanlarının ya da mal taşıyarak tedarik zincirinin oluşmasına imkan tanıyan nakliye sektörü çalışanlarının sürekli olarak vize engeli ile karşı karşıya gelmesi tam olarak yasaklanan teknik engel kapsamına girmektedir.

Bütün bu verilerin ışığında yapılabilir ve yapılamaz olanları şu şekilde sıralamak olası gözüküyor.

- Türkiye’nin hızlı bir şekilde kendi sınırlarını koruma yoluna gitmesi, kaçak göçün önlenmesi için olmazsa olmazların başında geliyor. Yapılabilir mi? Tartışılır.

- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının çok daha zor hale getirilmesi, vatandaşlık talebinde bulunanların sadece paralı bir mülk edinmesinin ötesinde kurallara bağlanması bir diğer olmazsa olmaz. Yapılabilir mi? İstenirse evet.

- Türk ekonomisinin hızla düzeltilmesi. Bakan Şimşek’in göreve gelmesi ekonomi politikalarında tekrar ortodoks bir anlayışa dönüleceğinin sinyali niteliğinde. Karamsarlığın biraz daha azalacağı kesin. Yeterli mi? Uygulamalara bakıp göreceğiz. Kaybolan güven hızla tekrar tesis edilir mi? Çok kolay değil, çünkü mesele sadece ekonomi ile sınırlı değil. Ülkemizin hızla hibrid rejim algısından çıkıp, demokrasi ve insan haklarının güvence altında olduğu hukukun üstünlüğüne saygılı devlet seviyesine yükselmesi gerekiyor. Bugünün koşullarında kolay mı? Fazlasıyla tartışılır.

- Uluslararası ilişkilerde en fazla başvurulabilecek yolların başında “mütekabiliyet” gelir. Vize meselesi ile ilgili olarak mütekabiliyet uygulayabilir miyiz? Diğer ifadesi ile bütün AB ülkeleri vatandaşlarına Türkiye’ye girişlerinde vize alma zorunluluğu getirebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Özellikle dövize bu kadar muhtaç halde, Türkiye’ye gelen her turiste veli nimet muamelesi yaparken maalesef hayır.

- Peki bazı istisnai haller için mütekabiliyete başvurabilir miyiz? Örneğin taşımacılık sektöründü TIR şoförleri için vize zorunluluğu getirebilir miyiz? Bence evet. Hele önümüzde Scengen vizesi olan TIR şoförlerine bir de Bulgar vizesi zorunluluğu getiren Bulgaristan’a karşı, mutlaka! Bu tür zorlamalar tedarik zincirinin bozulmasına yol açacağı oranda AB’nin çıkarlarına aykırı olacak ve Türkiye’ye karşı uygulanan vize politikasının tekrar gözden geçirilmesine neden olacaktır.

- Gümrük birliği kurallarının ihlali nedeniyle Avrupa Adalet Divanı’na dava açma imkanını tartışmamız da bir başka olgu olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle TOBB, İKV, TÜSİAD başta olmak üzere uğradıkları zararları kanıtlayarak bu yola başvurabilirler.

- Nihayet toptan bir çözüm imkanı var mı? Malum Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Schengen vizesinin kaldırılması için müzakerelere 2015 yılında başlanmış, getirilen kriterlerde büyük yol alınmış, iş anti terör yasasının değiştirilmesi konusunda tıkanmıştı. Bu yasa değiştirilebilir mi? Bunca “beka” meselesinin siyasetin gündemini belirlediği bir ortamda pek olası gözükmüyor. İstenen değişiklik yapılsa bile mutlak serbesti tanınır mı? Günümüz koşullarında bu durum da pek olası değil. Belki zamanında sayın Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı sırasında “ya hep ya hiç” mantığı ile ıskaladığı kontrollü serbestleştirme müzakerelerine dönüş yapılabilir.
Bütün bunları söyledikten sonra, AB ülkelerinin Türkiye’deki konsolosluklarını Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından aldıkları vize ücretleri ile finanse etmekte olmalarının da hiçbir mantıkla bağdaşmadığını da ifade etmek gerekir. Özellikle ret cevabı verdikleri vatandaşlarımızdan tahsil ettikleri ücretleri geri iade etmemeleri de ayrı bir tartışma konusudur.





Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 17 Juin 2023 3:04    Sujet du message: Répondre en citant

Seçime DoğruGüvenmek, güvenmemek ya da güvenememek işte bütün mesele bu

Can Baydarol


Seçimler bitti, kimi desteklersek destekleyelim hepimiz rahat bir nefes aldık. Kendi adıma en az yaz boyunca televizyonu hayatımdan çıkartmaya, izleyeceğim tek programın spor haberleri ile sınırlı kalacağına, çok sıkılırsam polisiye romanlar okuyacağıma söz vermiştim. Ama heyhat, alışkanlıklar insanı dürtüyor, hayat bütün ağırlığı ile devam ederken bizleri kışkırtmaya devam ediyor.

Seçimlerden önce yazdığım çok sayıda yazının başlığı “GÜVEN” ilişkisi üstüneydi. Mevcut sistemin yatırımcıya güven vermediğini, bu yüzden bırakın Türkiye’ye sermaye girişini, mevcutların da kaçtığını dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Seçim bitti, Millet ittifakının adayı Sayın Kılıçdaroğlu’na göre daha fazla güven telkin eden Cumhur ittifakının adayı Sayın Erdoğan tekrar Cumhurbaşkanı oldu.

Peki güven geri geldi mi?

Bayın Cumhurbaşkanı’nın da pek geri geldiğini sanmadıkları için olsa gerek, özellikle yurt dışında itibarı yüksek ama kendilerinin pek de haz etmedikleri daha önceki beyanlarından aşikar olan Mehmet Şimşek Hazine ve Maliye Bakanı olarak atandı.

Şimşek’in göreve geliş şekli hafızalarımızda merhum Kemal Derviş’in DSP -ANAP – MHP koalisyonuna gelmesini çağrıştırdı. 1999/2000 yıllarında yaşanan krizden çıkışın mimarı olan Derviş adeta yeni koalisyon ortağı kimliğinde, tam yetkili bir bakan olarak o günün kabinesinde yer almıştı. Peki Şimşek’in pozisyonu aynı mı? Hayır, ortada koalisyon yok, tam yetkili olarak sadece Sayın Erdoğan belirleyici konumda.

Gerek Erdoğan’ın “ekonomi politikalar cephesinde değişen bir şey yok, ben hala aynı görüşteyim” mealindeki sözleri, gerekse eski Merkez Bankası Başkanı Prof .Dr. Şahap Kavcıoğlu’nun BDDK Başkanı olarak atanması aslında Cumhurbaşkanlığı katında her şeyin kontrol altında tutulacağının işareti olarak algılandı. Diğer ifadesi ile Şimşek’in eli rahat olmayacak, kendisine ve kendisinin Merkez Bankası Başkanı olarak atadığı Hafize Gaye Erkan’a karşı ciddi bir “GÜVENSİZLİK” durumu mevcut.

Peki bu “GÜVENMEMEK” ilişkisi “uluslararası finans çevrelerinde nasıl bir ruh haline yol açar?” sorusunun cevabı henüz tam olarak yerine oturmamış olsa da, büyük olasılıkla “GÜVENEMEMEK” şeklinde tecelli eder. Umarım hatalı çıkarım.

Bu görünüm altında hepimiz 22 Haziran’da Merkez Bankası’nın vereceği politika faizi kararını heyecanla beklemeye başladık. Benim sadece spor programı izleme, özellikle İcardi’nin geleceği vs. gibi daha somut olgularla ilgilenme hevesimi daha bir müddet askıya alma zorunluluğu ortaya çıktı.

Bir faiz artırımı olacak mı? Olacaksa Cumhurbaşkanı’nın tepkisi ne olacak? Şimşek’in Nebati’den görevi alırken sarf ettği sözlerden anladığımız kadarıyla heterodoks politikalardan ortodoks politikalara dönüş sözde mi kalacak? Bilemiyoruz.

Bu soru işaretlerine cevap veremediğimiz oranda da hala öngörülebilir bir ortamda olduğumuzu söylemek güç. Doğal olarak öngörülebilirlik olmadığı oranda Türk Lirası değer kaybediyor ve büyük olasılıkla kaybetmeye de devam edecek. Kasada müdahale edecek döviz kalmadığı sürece ve müdahalenin anlamsızlığı da aşikar olduğuna göre bu gidişi normal karşılamak gerekiyor. İyi de bu koşullarda milyonlarca Türk vatandaşını ilgilendiren asgari ücret, memur ve işçi zam oranları enflasyonu dizginleme çabaları içindeyken hangi oranlarda gerçekleşecek?

Hele yerel seçimlere 10 aydan daha az kalmışken?

Sayın Şimşek’e ve Sayın Erkan’a kolaylıklar dilerim. Umarım görev süreleri tahmin ettiğimizden daha uzun olur.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 26 Juin 2023 2:39    Sujet du message: Répondre en citant

Merkez Bankası faiz kararının ardından

Can Baydarol




22 Haziran saat 14:00’ı ekonomi ile ilgili bütün kesimler nefeslerini tutmuş halde beklediler. Yapılan açıklama politika faiz oranınn yüzde 8.5’dan yüzde 15’e çıkartılması oldu.

Açık söylemek gerekirse 6.5 oranındaki bu artış kimseyi tatmin etmedi.
Uzun süredir Nas gerekçesi öne sürülerek, enflasyon sonuçtur, faiz sebeptir söylemi bu şekilde “şimdilik” kaydı ile iflas etmiş oldu. Ancak artışın çok sınırlı olması henüz irrasyonel ekonomi politikasından rasyonel politikaya geçilmediği algısını da beraberinde getirdi. Bu artışa bağlı olarak ekonomi yönetimi ile Külliye arasında pazarlıkların süre gittiği, ne Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ne de Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’ın kendi özgür iradeleri ile davranamadıkları yorumları eksik olmadı.
Dolayısı ile bu görünüm esas itibarı ile uzun süredir devam eden Türkiye’ye ve Türk ekonomisine duyulan güvensizliğe son vermekten uzak kaldı. Türk Lirası değer yitirmeye devam ederken Türkiye’nin risk puanı (CDS) tekrar 500’ün üstüne çıktı.

Ancak bu gelişmeyi olumlu olarak değerlendiren yorumcuların da görüşlerine yer vermeden geçmeyelim. Evet belki yeterli bir faiz artırımı olmadı olmasına da, bu daha bir başlangıç. Esas itibarı ile politika faizini yüzde 40’ın üstüne çıkaracak şok bir artırım, başta bankacılık sektöründe ciddi krizlere yol açacak, sayıları giderek artan ve esasen iflas etmesi gereken şirketlerin iflaslarını hemen gerçekleştirecek, bu da istihdam sorununun daha da artmasına neden olacaktı.

(Hoş TÜİK’in enflasyon verilerine de hiç bir güven olmadığı oranda yüzde 40’ın da afaki bir oran olduğunun altını hemen çizmekte yarar var. TÜİK gerçekleri rakama dökmediği sürece spekülatif değerlendirmeler kaçınılmaz olarak devam edecek.)

Dolayısı ile yüzde 15’lik yeni faiz oranına olumlu yaklaşanların kademeli olarak rasyonel bir ekonomi politikaya geçiş konusunda inançlarını yitirmedikleri anlaşılıyor.

Öte yandan yine aynı görüş doğrultusunda ekonomi yönetiminin rekabetçi bir kur düzeyine doğru Türk lirasının değerini azaltmak, bu sayede ihracatı artırırken, ithalatı kısmak niyetinde olduklarını da ifade edenlerin sayısı az değil. Diğer ifadesi ile ekonomi yönetimi baskı altında değil, bilinçli bir özgür irade kullanarak faiz artırımını düşük tuttu!..

En azından Eylül ayının sonuna kadar hem turizm gelirleri hem de artacak ihracat sayesinde Merkez Bankası rezervlerinde göreceli bir iyileşmenin sağlanması da beklentiler arasında.

Doğal olarak Temmuz ve Ağustos aylarında yeni faiz artırımları ile daha gerçekçi bir sürece girilebileceği de olası.
Peki Eylül’den sonra ne olacak?

Turizm gelirleri gerileyecek ve Mart yerel seçimleri ile birlikte yeni bir popülist süreç başlayacak. Büyük olasılıkla Merkez Bankası’nın zor da olsa topladığı (ya da toplaması umulan) kaynaklar yeni bir israf döneminin içinde eriyip gidecek, Külliye tarafı büyük olasılıkla Merkez Bankası’ndan iyiye giden ekonomik konjonktür nedeniyle yine, yeniden faiz indirimleri yapmasını talep edecek, alışılagelmiş senaryo tekrar edecek.

Maalesef bu görünüm altında ne sayın Şimşek’in ne de Sayın Erkan’ın görev süreleri ile ilgili bir tahminde bulunma imkanı yok ve yine ne yazık ki Türkiye’nin öngörülebilir ülke olma doğrultusunda yol aldığını söylemek de imkan dahilinde değil. Kaldı ki ekonominin iyi yola dönmesi daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi sadece Merkez Bankası’nın politika faizi ile sınırlı değil. Teknik çalışmaların ötesinde demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygılı devlet algısını oluşturmadan bu kısır döngüden çıkmak olanaksız.
Hani neredeyse bütün yazılarımı bitirirken kullandığım “enseyi karartmayalım” temennisi umarım geçerliliğini uzun süre korur!
Herkese iyi bayramlar dileklerimle...
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 26 Juin 2023 2:40    Sujet du message: Répondre en citant

Merkez Bankası faiz kararının ardından

Can Baydarol




22 Haziran saat 14:00’ı ekonomi ile ilgili bütün kesimler nefeslerini tutmuş halde beklediler. Yapılan açıklama politika faiz oranınn yüzde 8.5’dan yüzde 15’e çıkartılması oldu.

Açık söylemek gerekirse 6.5 oranındaki bu artış kimseyi tatmin etmedi.
Uzun süredir Nas gerekçesi öne sürülerek, enflasyon sonuçtur, faiz sebeptir söylemi bu şekilde “şimdilik” kaydı ile iflas etmiş oldu. Ancak artışın çok sınırlı olması henüz irrasyonel ekonomi politikasından rasyonel politikaya geçilmediği algısını da beraberinde getirdi. Bu artışa bağlı olarak ekonomi yönetimi ile Külliye arasında pazarlıkların süre gittiği, ne Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ne de Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’ın kendi özgür iradeleri ile davranamadıkları yorumları eksik olmadı.
Dolayısı ile bu görünüm esas itibarı ile uzun süredir devam eden Türkiye’ye ve Türk ekonomisine duyulan güvensizliğe son vermekten uzak kaldı. Türk Lirası değer yitirmeye devam ederken Türkiye’nin risk puanı (CDS) tekrar 500’ün üstüne çıktı.

Ancak bu gelişmeyi olumlu olarak değerlendiren yorumcuların da görüşlerine yer vermeden geçmeyelim. Evet belki yeterli bir faiz artırımı olmadı olmasına da, bu daha bir başlangıç. Esas itibarı ile politika faizini yüzde 40’ın üstüne çıkaracak şok bir artırım, başta bankacılık sektöründe ciddi krizlere yol açacak, sayıları giderek artan ve esasen iflas etmesi gereken şirketlerin iflaslarını hemen gerçekleştirecek, bu da istihdam sorununun daha da artmasına neden olacaktı.

(Hoş TÜİK’in enflasyon verilerine de hiç bir güven olmadığı oranda yüzde 40’ın da afaki bir oran olduğunun altını hemen çizmekte yarar var. TÜİK gerçekleri rakama dökmediği sürece spekülatif değerlendirmeler kaçınılmaz olarak devam edecek.)

Dolayısı ile yüzde 15’lik yeni faiz oranına olumlu yaklaşanların kademeli olarak rasyonel bir ekonomi politikaya geçiş konusunda inançlarını yitirmedikleri anlaşılıyor.

Öte yandan yine aynı görüş doğrultusunda ekonomi yönetiminin rekabetçi bir kur düzeyine doğru Türk lirasının değerini azaltmak, bu sayede ihracatı artırırken, ithalatı kısmak niyetinde olduklarını da ifade edenlerin sayısı az değil. Diğer ifadesi ile ekonomi yönetimi baskı altında değil, bilinçli bir özgür irade kullanarak faiz artırımını düşük tuttu!..

En azından Eylül ayının sonuna kadar hem turizm gelirleri hem de artacak ihracat sayesinde Merkez Bankası rezervlerinde göreceli bir iyileşmenin sağlanması da beklentiler arasında.

Doğal olarak Temmuz ve Ağustos aylarında yeni faiz artırımları ile daha gerçekçi bir sürece girilebileceği de olası.
Peki Eylül’den sonra ne olacak?

Turizm gelirleri gerileyecek ve Mart yerel seçimleri ile birlikte yeni bir popülist süreç başlayacak. Büyük olasılıkla Merkez Bankası’nın zor da olsa topladığı (ya da toplaması umulan) kaynaklar yeni bir israf döneminin içinde eriyip gidecek, Külliye tarafı büyük olasılıkla Merkez Bankası’ndan iyiye giden ekonomik konjonktür nedeniyle yine, yeniden faiz indirimleri yapmasını talep edecek, alışılagelmiş senaryo tekrar edecek.

Maalesef bu görünüm altında ne sayın Şimşek’in ne de Sayın Erkan’ın görev süreleri ile ilgili bir tahminde bulunma imkanı yok ve yine ne yazık ki Türkiye’nin öngörülebilir ülke olma doğrultusunda yol aldığını söylemek de imkan dahilinde değil. Kaldı ki ekonominin iyi yola dönmesi daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi sadece Merkez Bankası’nın politika faizi ile sınırlı değil. Teknik çalışmaların ötesinde demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygılı devlet algısını oluşturmadan bu kısır döngüden çıkmak olanaksız.
Hani neredeyse bütün yazılarımı bitirirken kullandığım “enseyi karartmayalım” temennisi umarım geçerliliğini uzun süre korur!

Herkese iyi bayramlar dileklerimle...



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 30 Juil 2023 23:40    Sujet du message: Répondre en citant

AB’ye üyelik hayal mi?

Can Baydarol



Şu ana kadar yaz aylarının en önemli gelişmesi, geçtiğimiz ay yapılan NATO Zirvesinde Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine karşı uyguladığı veto kartını kaldırmaya yeşil ışık yakması oldu. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan vetonun kaldırılması ile Türkiye’nin AB tam üyeliği arasında bir bağlantı kurmaya çalışsa da, gerek NATO Genel Sekreteri, gerekse AB üst düzey yetkilileri böyle bir bağlantı kurulamayacağını, her iki kurumun da birbirlerinden farklı olduğunun altını çizdiler.

Bu çeçevede AB’nin gerçek niyetinin yine geçtiğimiz aylarda Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Amor’un hazırladığı taslak raporun satırlarında gizli olduğunu ileri sürmek de mümkün. Amor raporunda mevcut görünüm altında Türkiye’nin AB değerlerinden giderek uzaklaştığını, bu koşullarda Türkiye ile tam üyelik dışında başka bir ilişki modeli kurulmasının altını çizdi. Rapor büyük olasılıkla önümüzdeki sonbahar aylarında onaylanacaktır.

Bu noktada bazı nesnel olguları tekrar hatırlamakta yarar var.
Öncelikle Avrupa Parlamentosu (AP) raporlarının bağlayıcı olmadığının altı çizilebilir. Bu noktada son söz Bakanlar Konseyi’nin hatta daha ileri safhada AB hükümet ve devlet başkanlarından oluşan AB Zirvesinindir. Bundan önceki AP raporlarının okunmadan medya önünde çöpe atıldığına fazlasıyla tanıklık ettik. Ama galiba bu sefer ciddiye almak zorundayız. Zira geçtiğimiz haftalarda Türkiye konulu toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyi hem İsveç’in NATO üyeliğinin önünü açmak, hem de Türkiye ile ilişkileri rayına oturtmak için sanki AP raportörü ile benzeri görüşleri savunmuşa benziyorlar.
Kaldı ki ilişkilerin geleceğini belirlemek üzere Dıişleri Bakanlar Konseyi yetkili merci olduğundan, masada oturan Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan’ın oylarına ihtiyaç varsa, ne tür taleplerle karşı karşıya geleceğimizi tahmin etmek için kahin olmaya da gerek yok.

Peki AB Türkiye ilişkilerinin bu hale gelmesinde AB ülkelerinin hiç mi kabahati yok?

Hatırlayalım 3 Ekim 2005 tarihinde tam üyelik müzakerelerinin başlatılmasını sağlayan müzakere çerçeve belgesi, “Türkiye’nin 1993 Kopenhag siyasi kriterlerine yeterince uyduğunun altını çizdikten sonra, müzakerelerin açık uçlu olacağını, Türkiye tam üye olamasa bile Türkiye’nin AB limanına çapa atmasının AB çıkarına olduğunu vurguluyordu”.

Ardından dönemin Fransa devlet başkanı Sarkozy ile Alman şansölyesi Merkel “biz burada olduğumuz sürece Türkiye tam üye olamaz” diyerek, Türkiye’nin sürece olan güveninin giderek erozyona uğramasına da yol açacaklardı.

O günlerde yaptığımız bir değerlendirmede “yeterince” kavramının bir menfi tespit olduğunu, istenildiğinde müzakerelerin askıya alınması için geri adım atmaya imkan tanıyacağının altını çizmiştik.

İşte bugün itibarı ile Türkiye’nin artık Kopenhag kriterlerinden tamamen uzaklaştığı, demokrasi, hukukun üstünlüğüne saygılı devlet, insan haklarının ve azınlık haklarının müesses hale getirilmesi ile ilgisi kalmadığı Türkiye’ye yöneltilen temel eleştiriler.

Haklılık payı yok mu?

Kesinlikle var. Ama Türkiye’yi bu noktaya iten siz olmadınız mı? Bence oldunuz.

Gelelim yeni ilişki biçiminin ne olabileceğine.

Bir sonraki yazılarımın konusunu oluşturacak “Gümrük Birliği’nin güncellenmesi” ile “vize serbestisi” ilişkilerin geleceği olarak tanımlanabilir mi?

Önce hukuki bir saptama yapalım.

Sayın Erdoğan Gümrük Birliği’nin güncellenmesi konusunda niyetini beyan ederken, “Gümrük Birliği Anlaşması’nın güncellenmesi kavramını kullandı. Maalesef Tansu Çiller döneminden bu yana aynı hatalı söylem politikacılar arasında yaygınlaştı. Gümrük Birliği’nin son dönemini tesis eden belge, bir Ortaklık Konseyi kararı olup (Türkiye ile AT arasında gümrük birliğinin son dönemini tesis eden 1/95 sayılı OKK) asla bir anlaşma olarak değerlendirilmemelidir. Sözkonusu OKK Türkiye ile o günün AET’si, bugünün AB’si arasında bir ortaklık tesis eden 12 Eylül 1963 tarıhında imzalanıp. 1 Aralık 1994 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Anlaşmasına bağlı olarak Ortaklık Konseyi’nin gerçekleştirdiği bir tasarruftur.

Ankara Anlaşması’nın önemli bir özelliği siyasi sonucu olmasıdır. Bu siyasi sonuç tam üyeliktir. (Üyeliğin tamı yarımı olmaz diyenlerin kulakları çınlasın. Biz o günden bu güne ortak üyeyiz, ne kadar farkına vardık, ni kadar yararlanabildik, ayrı bir tartışma konusu!..) Ankara Anlaşmasından tam üyelik hedefini çıkarttığınızda bugüne kadar gerçekleşen bütün OKK’ların içini boşaltmış olabilirsiniz. Dolayısı ile Türkiye’ye tam üyeliğin dışında bir yol haritası çizmek esas itibarı ile Ankara Anlaşmasını bütün OKK’larla birlikte çöpe atmak gibi sonuçları hesaplanamayacak hukuki sorunları da beraberinde getirebilir.

Bir sonraki yazıda gümrük birliğinin güncellenmesi meselesini ele almaya gayret göstereceğim.




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 30 Juil 2023 23:46    Sujet du message: Répondre en citant

Gümrük Birliği’nin güncellenmesi

Can Baydarol



Son yazımda kısaca mevcut koşullarda AB’ye tam üyelik hedefenin gerçekçi olmadığının altını çizmiş, en fazla atılabilecek adımların gümrük birliğinin güncellenmesi ve vize serbestisi olabileceğini vurgulamıştım. Bununla birlikte her iki konu başlığının da çok kolay olmayacak sorunları beraberinde getirdiği açıktır. Özellikle yine son yazımda belirttiğim Ankara anlaşmasının siyasi sonucu olan tam üyelik hedefinin ortadan kalkması halinde, bugüne kadar alınan bütün Ortaklık Konseyi Kararlarının içi boş hale gelmesi (kadük olması) tehlikesi de mevcuttur. Güncelleme tartışmasını bu yazıdan başka bir yazıya bırakıp, mevcut gümrük birliğinin ne olduğunu tekrar hatırlayalım ve doğru bildiğimiz yanlışlardan kurtulalım.

GÜMRÜK BİRLİĞİNİN BAŞLANGIÇ TARİHİ ASİMETRİK OLARAK FİİLEN 1971 KASIM AYI, HUKUKEN 1 OCAK 1973 TARİHİDİR.

90’lı yıllarda gümrük birliğini savunanlar ve gümrük birliğine karşı çıkanlar kavgası günmüz Galatasaray Fenerbahçe yıldız savaşlarını hatırlatıyordu. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller Lozan’dan sonra en büyük uluslararası Antlaşma’nın Gümrük Birliği Anlaşması olacağını iddia ediyor, Gümrük Birliği hakkımızdır, hakkımızı alacağız savını ortaya atıyordu. Muhalefet ve rekabete açılmaktan erdişe edenler de Çiller karşıtlığı ile gümrük birliği karşıtlığını bir araya getiren argümanları savunuyorlardı.

Oysa Gümrük Birilği Ankara Anlaşması’nın geçiş dönemini düzenleyen Katma Protokol’ün imzalandığı 1971 yılının Kasım ayında fiilen (de facto), yürürlüğe girdiği 1 Ocak 1973 tarihi itibarı ile hukuken (de jure) asimetrik olarak uygulanmaya başlayacaktı. Asimetrik kavramının açılımı o günün AET ülkeleri Türk sanayi ürünlerine karşı gümrük vergilerini derhal sıfırlayıp, yeni yeni palazlanmaya başlayan Türk sanayii için önemli bir ölçek ekonomisi fırsatı yaratıyor, buna karşılık Türkiye karşıt yükümlülüklerini 12 yıl esas, 22 yıl istisna olmak üzere zamana yayıyordu.

Daha sonra 12 yıl ortadan kalkacak, konuşulmaz olacak, 22 yıla da + 1 yıl eklenerek 1 Ocak 1996’ya kadar uzatılacaktı. Türkiye bu tarihte 23 yıl önce aldıklarına karşı kendi yükümlülüğünü yerine getiriyordu. Yani Çiller’in söylediği gibi ortada bir hak değil, tamamen aksine bir yükümlülük söz konusuydu.

Lozan Antlaşmasından daha önemli anlaşmaya gelince, bir önceki yazımızda da belirttik, ortada sadece “Türkiye ile AT arasında gümrük birliğinin son dönemini tesis eden 1/95 sayılı OKK vardı.

Tabi bu arada Türkiye’deki bütün katmanların (siyasi, börokrat, medya, akademisyen) gümrük birliğinin Avrupa Parlamentosu (AP) tarafından onaylanması için yoğun lobi çalışmaları yürüttüklerine de tanıklık edecektik. Ben hala AP’nin OKK’ları onaylama yetkisini nereden aldığını merak edenlerdenim. Onaylanması gereken tek uluslararası anlaşma olan Ankara Anlaşması 1963-64 arası usulüne uygun olarak bütün üye devletlerin ve TBMM’nin onayından geçerek 1 Aralık 1964’de yürürlüğe girmişti.


NEV-İ ŞAHSINA MÜNHASIR (KENDİNE ÖZGÜ) ya da latince deyimi ile SUİ GENERİS BİR GÜMRÜK BİRLİĞİ

Tansu Çiller ve dönemin yöneticilerinin yanıldıkları en önemli hususların başında Türkiye’nin 1 Ocak 1996 itibarı ile AB’nin gümrük birliğine girdiği yaklaşımı yatmaktadır. Oysa 1970’lerin sonunda o günkü adıyla Avrupa Toplulukları Adalet Divanı verdiği bir kararla “Ortaklık İlişkisinin ne olduğunu düzenleyecekti.” Buna göre bir ortak üye ile ilişkiler bir tam üye ile olduğu gibi geliştirilebilir. Ancak bunun üç istisnası vardır:

Ortak üye karar masasına oturamaz, hukuk sisteminin parçası olamaz ve nihayet bütçesine para veren ve alan olarak taraf olamaz.

Eğer Türkiye gerçek anlamda gümrük birliğine girmiş olsaydı ortak ticaret politikasının karar masasında yer alacak, hukuk sisteminin parçası olacak ve bütçeye de katılacaktı.

Bugün gümrük birliğine bağlı olarak dillendirilen bütün şikayetlerin temelinde esasen bu olgu yatmaktadır.


GÜMRÜK BİRLİĞİNDEN ÇIKMAK

Türk politikacısı kıvrak zekalıdır. Gümrük Birliğinde işler sarpa sarınca, “Gümrük birliğinden çıkarız!” diyerek karşı tarafı tehdit etmeyi maharet sayar saymasına da, “çıkabilir miyiz hocam?” diye her sorduklarında, “girmediğiniz yerden çıkamazsınız!” espirili cevabını verdim, ardından da şunları ekledim:
“Öncelikle gümrük birliğinden çıkmak Ankara Anlaşmasından ve tam üyelik hedefinden vazgeçmektir. Diyelim siyasi görüşünüz zaten AB üyeliğine karşı. İyi de eski ismiyle GATT (Ticaret ve Tarife üstüne Genel Anlaşma), 1995’den bu yana kurumsallaşmış şekliyle Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) nezdindeki yükümlülüklerden nasıl kurtulacaksınız? Öyle ya Serbest Ticaret Anlaşmaları ve Gümrük Birlikleri üçüncü ülkeler aleyhine ticaret saptırıcı etki yaratıp zarara yol açtığı oranda, bu yükümlülükten vaz geçiyorum demek ortaya çıkan zararın tazminini de beraberinde getirir. Doğal olarak bu söylenen Türkiye için olduğu gibi AB tarafı için de geçerlidir. Diğer ifadesi ile Ankara Anlaşmasının siyasi hedefini ortadan kaldırıp gümrük birliğinin içini boşaltmanın bizden çok AB’ye zarar vereceği dikkatten kaçırılmaması gereken bir olgudur.”

Neyse şimdilik yazımızı burada noktalayalım, güncellemenin zorluklarına bir sonraki yazımızda yer verelim.




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 01 Aoû 2023 15:40    Sujet du message: Répondre en citant


Zor Dostum zor

Can Baydarol



Uzun tatil bitti. Yeniden İstanbul ve sıcaklarla yüzleşme.

Küresel ısınma ve giderek yaklaşan iklim felaketi. Terden sırılsıklam kabustan uyanış.

Evet, bu melodramik girişin ardından yazılara tekrar dönme arzusu, ister istemez nereden başlasam sorusu ile beni karşı karşıya getiriyor.
Yazılarıma ara verdiğim sürece neler olmadı ki!.. Yazacak çok şey birikmiş, kesin… Ama en doğrusu sıcak gündemden, bana en sık sorulardan başlamak herhalde…

Evet, son NATO zirvesinde İsveç’in NATO üyeliği konusunda sayın Erdoğan’ın tavrının ve üslubunun yumuşadığına tanıklık ettik. TBMM açıldığında eğer aksi yönde bir gelişme olmazsa, alınacak bir kararla İsveç artık NATO ülkesi olacak ve Baltık denizi tamamen NATO koruması altına girecek, Rus tehditi kalkmış olacak.

Peki bu durum Türkiye Rusya ilişkilerini nasıl etkileyecek? Şimdilik tam olarak bilemiyoruz. Vatandaş olarak en büyük korkumuz kış aylarında doğal gaz fiyatlarının ne olacağı. Hani parasını ödemeyip borca yazdırdığımız Rus doğal gazını ödemek, yetmezmiş gibi yeni fiyatlarlakarşı karşıya gelmek, açlıkla yoksulluk sınırları arasında gidip gelen biz Türk vatandaşlarının yeni kabus senaryosu olabilir.

Öte yandan yine aynı NATO Zirvesinde Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliği ile Türkiye’nin AB üyeliğinin önünün açılması arasında bir bağlantı kurma çabasına da tanıklık ettik.

Olası mı? Diğer ifadesi ile Türkiye 2000’li yılların başına dönüp, aynı heyecanla AB tam üyeliği doğrultusunda adımlar atmaya başlar, AB’de Türkiye’yi tekrar bağrına basabilir mi?

Doğrusunu isterseniz pek mümkün gözükmüyor.

Zaten NATO Genel Sekreterinin ve diğer AB yetkililerinin yaptığı ilk açıklamalar her iki kurumun farklılığına ve böyle bir bağın kurulamayacağına işaret etmek oldu. Esasen geçtiğimiz aylarda Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Nacho Sanchez Amor’un hazırladığı taslak rapor, AB’nin Türkiye’ye tam üyelik dışında başka bir ilişki biçimine girmek istediğinin habercisi niteliğinde.

Yine geçtiğimiz hafta içinde Türkiye’yi konuşmak üzere bir araya gelen AB Dışişleri bakanları da benzeri bir eğilimi ortaya koydular. Bununla birlikte Türkiye ile iyi ilişkiler sürdürmenin kendi yararlarına olduğunun da bilincinde olan Dışişleri bakanlarının ortak kanaati iki noktada ilişkilerin geliştirilebileceği şeklindeydi: gümrük birliğinin güncellenmesi ve vize serbestisi.

Öncelikle hemen altını çizmek gerekirse Türkiye tam üyelik dışında bir ilişki biçimini kabul edebilir mi?

Bu soruyu bundan 20 yıl önce sorsaydınız, kesinlikle hayır cevabını verirdim. “Türkiye ile o günün AET’si, bugünün AB’si arasında bir ortaklık tesis eden Ankara Anlaşması siyasi sonucu tam üyelik olan bir anlaşmadır. Siyasi hedefi ortadan kaldırdığınızda bugüne kadar yapılan her türlü ortaklık tasarrufunun da içi boşalır. O yüzden de tam üyelik dışında her türlü öneri kategorik olarak red edilmelidir” derdim.

Maalesef bugün bu kadar keskin konuşamıyorum.

Neden konuşamadığım ile ilgili düşüncelerimi ve gümrük birliğinin güncellenmesi ile vize serbestisi hakkında bazı görüşlerimi bir sonraki yazımda paylaşmak umuduyla…






Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 863

MessagePosté le: 07 Aoû 2023 11:24    Sujet du message: Répondre en citant


Pandora’nın kutusu

Can Baydarol



Eyyam-I Bahur’dan buharlaşmaya ramak kaldığı bu günlerde, son yazılarımı okuma iyi niyetini gösteren bazı dostlarım, ne kadar sevimsiz konulara (AB meseleleri artık sevimsiz oldu) dikkat çektiğimi, hele Ankara Anlaşması’nın tam üyelik perspektifini tartışmaya açmanın, Pandora’nın kutusunu açmakla eş anlamlı olduğunu ifade ettiler. Maalesef kutunun kapağı bir kez açılmış oldu.

Uluslararası hukukta iki temel prensip üstüne gelir gider, hangisinin doğru olduğunu günün koşullarına göre tartışır dururuz.

Birinci prensip, “pacta sund servanda”, yani “ahde vefa” prensipidir. Bir anlaşma yaptıktan sonra, herkesin anlaşmanın ruhuna, lafına sadık kalması olarak nitelendirebiliriz. Bizim için Lozan Antlaşması, Montreux Boğazlar Sözleşmesi bu anlamda dokunulmazdır. Dünya’da ne değişirse değişsin, sonuna kadar ahde vefayı savunmak zorundayız.

İkinci prensip “rebus sic stantibus”, yani “koşullar değişti” prensipidir. Evet bir anlaşma yapılmıştır yapılmasına da, o günün koşulları ile bugünün koşulları aynı değildir, dolayısı ile mevcut anlaşmanın yerine bir güncellemenin yapılması mecburiyeti hasıl olmuştur.

Bugün tartışmaya başlayacağımız ya da başladığımız “gümrük birliğinin güncellenmesi” meselesi, aslında “Ankara Anlaşması’nın güncellenmesi anlamına mı gelmektedir?” sorusuna cevap getirmeyi de parantez arasında içermekte mi?

Bu söylediğimizin daha iyi anlaşılabilmesi için küçük bir hatırlatma yapmakta gereklilik var.

Son yazımda, Ankara Anlaşması’nın herhangi bir anlaşma olmadığının, anayasal karakter taşıyan ve son hedefinin tam üyelik olduğunun altını çizmiş, anlaşmadan tam üyelik hedefini çıkardığınızda, anlaşmayı da rafa kaldırmak, bu hedef doğrultusunda atılan bütün adımları, belki de geriye dönük olarak çöpe atmak gibi bir durumla karşılaşabileceğimizi ifade etmeye çalışmıştım.

Peki tam üyelik hedefini ortaya koyan Ankara Anlaşması’nın 28. maddesi tam olarak ne söylüyor?

“Anlaşma’nın işleyişi, Topluluğu kuran Antlaşma’dan (AET kurucu antlaşması) doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye’ce üstlenilebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye’nin Topluluğa katılması olanağını incelerler.”

Esas itibarı ile madde tam olarak bir tam üyelik garantisi vermekten uzak olarak addedilebilir. “Olanağın incelenmesi” bir kesinlik anlamına gelmez söylemi geliştirilebilir. Bununla birlikte 10, 11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin diğer aday ülkelerle eşdeğer aday olarak kabul edilmesi, 3 Ekim 2005 tarihinde tam üyelik müzakerelerine başlanması için Türkiye’nin 1993 Kopenhag siyasi kriterlerine yeterince uyum gösterdiğinin altının çizilmesi, “Türkiye’nin Topluluğa katılması olanağının incelenmesinin” ötesine geçildiği algısının doğmasına yol açmıştı.

Öte yandan yine son yazımızda belirttiğimiz gibi, AB tarafı yaklaşımını hep muallak ifadelerle sınırlamış, 3 Ekim 2005 Müzakere Çerçeve belgesinde “Tam üyelik müzakerelerinin ucu açık bir müzakere olacağının, sonuçta Türkiye tam üye olamasa da Türkiye’nin AB limanına çapa atmasının AB’nin çıkarına olduğunun” altı çizilmişti.

Bugün geldiğimiz nokta itibarı ile gerek Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörünün taslak raporundan, gerekse Türkiye ile ilgili olarak toplanan AB Dışişleri Bakanları’nın yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı kadarı ile, Kopenhag siyasi kriterleri ile tezat hale düşen ülkemiz için tam üyelik yerine başka bir yol haritasının çizilmesi arzusunun yaygın hali geldiği anlaşılıyor. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize serbestisi olanaklarının incelenmesi ile sınırlı bir kaç adımın Türkiye için yeterli olabileceği gibi bir algı ortaya çıkıyor.
Bu algı Ankara Anlaşması’nın 28. maddesinin ruhundan bizi uzağa götürmesi ile eş anlamlı olarak düşünülebilir. Hatta her iki konuda da fazla hevesli görünmek, Ankara Anlaşması’nın üstünün çizilerek yerine yeni bir anlaşmanın dayatılmasına da yol açabilir.

Giriş bölümünde çok kısaca değinmeye çalıştığımız “koşullar değişti” şimdi yeni bir anlaşmanın vakti geldi söylemlerine şimdiden hazır olmalıyız.
Peki bu durumda Ortaklık Konseyi ne olur? Ortaklık Konseyi kararları geçmişe yönelik olarak ortadan kalkar mı? Diyelim ki o kararlar bir şekilde güvence altına alındı, bundan sonraki kararları alacak yapı ne olur?

Pandora’nın kutusundan çıkan cevapsız sorular şimdilik bu kadar.

Gümrük Birliği’nin güncellenmesinin ne tür soruları beraberinde getireceğine ilerleyen yazılarda yer vermeye devam edeceğim.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page Précédente  1, 2, 3, 4  Suivante
Page 2 sur 4

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.